Bu güne kadar iyi-kötü biraz memleket gördüm. Genellikle bir iki haftalık iş gezileriydi bunlar. Yine de bulunduğum ülkenin insanlarını, doğal güzellikleri, yemeklerini, kültürünü, kokusunu, dokusunu hissetmeye çalıştım kendimce. İşte şimdiye kadar bulunduğum ülkelere ait kısa manzaralar:
Bulgaristan:
İlk gidişim, daha doğrusu geçişim demek lazım, lise son yılları falandı galiba, demek 1984-1985 yılları. Otobüsle Fransa' ya giderken transit geçmiştik. O yıllarda Türkiye' den daha fakirdi. Mola verdiğimiz yerlerde bizden Coca Cola isteyen dilenci kadınlar kalmış aklımda; çok şaşırmıştım.
Yıllar sonra iş için Haskovo' ya ve Plovdiv' e gittim, 2002 falan olması lazım. Bu ülkede boya fabrikası kurmak lazım diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bütün duvarların boyası dökülmüş, ve metal olan her şey paslıydı. Bir de ilginç trafik kuralları aklımda kalmış. Örneğin otoban benzeri bir yolda gidiyorsunuz, dümdüz yolda hiçbir kavşak, trafik ışığı, yaya geçidi yokken birden hız limitinin 30 km ye düştüğünü gösteren bir trafik işareti görüyorsunuz. Tabii hop; şöför 30 km ye düşüyor, 500 m bu hızda gidiyorsunuz, sonra yine köklüyor şöför. İşareti görmeyenleri 100 m ötede trafik polisi bağrına basıyor. O yıllarda Bulgaristan Türkiye Avrupa arasında geçiş ülkesi olarak görülüyordu. Polise ceza kaptırmadan ülkeyi geçebilen pek yoktu.
2007 de aynı yerlere tekrar gittim. Çoğu bina boyanmış, paslı demirler azalmış. Komünizm rejiminin yıllar boyu yarattığı umutsuzluğun, güvensizliğin, değersizliğin izleri zaman zaman hâlâ hissediliyor. İstanbul' dan kara yolu ile Bulgaristan' a girdiğinizde bizim ülkemiz hâlâ daha zengin daha modern görünüyor. Aynı şeyi onlar da kabul ediyor, Istanbul' a Türkiye' ye gıpta edenler var. Yine de insanın içini bir şeyler buruyor: Avrupa birliğine girdiler, henüz pek farkında değiller ama kısa zamanda modernleşecekler, komünizm döneminin acı anıları eskide kalacak ve yeni nesil kendine daha çok güveniyor olacak ve galiba yakın bir gelecekte Türkiye' ye gıpta etmelerine gerek kalmayacak.
Yunanistan
Selanik' te bulundum. Ama kendimi pek yurt dışında hissettiğim söylenemez. Yunanlıların Ege insanından hiçbir farkı yok. Yaşı tutanlar İzmir Kordonboyu' nun eski halini bilir; Selanik' te neredeyse tıpatıp aynısı var sadece güneş farklı açıdan batıyor. Bazı restorantlar beklemediğim kadar pahallıydı ama yine de doluydu. Avrupa Birliğinden sonra refahın, gelir düzeyinin adamakıllı arttığını duymuştum zaten.
Makedonya
2002 yılında Kavadarçi' ye iş için kısa bir ziyaretim olmuştu. Giderken Vardar nehrinin yanından geçmiştik. Kavadarçi' de küçük bir dere vardı adı "Deli Fatma" gibi bir şeydi. Daha başka bir alay benzer kelimelerimiz var. Yine bir Türkiye hayranlığı sezmiş ve şaşırmıştım. "Deli Fatma" nın kıyısında bir bara gitmiştik benim Türk olduğumu anlayınca jest olsun diye Tarkan çalmışlardı; meğer orda çok gözdeymiş. İnsanlar iyi ve kibardı. Üsküp' te sadece havaalanını gördüm. Bana çocukluğumun İzmir havaalanını anımsatmıştı. Hiçbir elektronik sistem yok, omuz atarak sıraya kaynak vs vs.
Romanya
Ablamın Romanya’ da çalışması vesilesiyle Budapeşte ve Braşov’ a kısa bir ziyaret yaptık. Budapeşte çok ilginç bir yer değil. Avrupa’ da görmediğim yer kalmasın diyenlerin son gittiği yerlerden biri diye şakalaşanlar vardı. Braşov da eski şehir merkezi, dağlar, doğa çok güzel. Bizim gittiğimiz zaman Avrupa Birliğine henüz girmemişlerdi, Türklere vize gerekmiyordu.
İtalya
1984 - 85 yılları olması lazım halk oyunları için Fransa' ya giderken geçmiştik. Giderken Venedik' te, dönüşte Milano' da birer gün gezmiştik. Venedik' i anlatmaya gerek yok. Milano' da çok etkileyici devasa bir katedral gezmiştik. İtalyanlar biraraya geldiklerinde aynı anda konuşuyorlar ve problemsiz anlaşıyorlar.
Fransa
1984 - 85 yılları halk oyunları festivali için iki kez gitmiştik. Giderken Cannes' te denize girmiştik ve büyük hayal kırıklığına uğramıştım; daha o yıllarda deniz inanılmayacak kadar kirliydi. Halk oyunları için güney kıyısındaki dağ köylerinde gezmiştik. İnanılmaz doğal güzelliklerle dolu yerler. Dağ köylerinin planlaması, evler, mimari son derece estetik ve doğayla uyumlu; doğayı seyretmek kadar zevkli. Dönüş yolunda ben bizim grubu bırakıp bir hafta Paris' te kalmıştım. Ucuz olsun diye içinde punkların falan da olduğu sekiz on kişi ile aynı odayı paylaşmıştım. Önce biraz tedirgin olmuştum ama sonra hoşuma gitmişti. Şehri ucuz gezmek için haftalık metro bileti almıştım, yemek olarak da parça pizza falan takılıyordum. Bizim otel takımına anlatınca "vaay aramızda zengin çocuğu var" demişlerdi. Meğer onlar otostop ve süper market yemekleri ile idare ediyorlarmış. Tabii ben de hemen uyum sağladım. Matrak bir Alman vardı. Her sene değişik tatiller yapıyormuş, her şeyi deniyormuş. Parası yetmediği için otelden atılınca otelin önüne küçük bir kamp kurdu. Tabii bütün takım otelin önünde onunla takılmaya başlayınca tuhaf bir durum olmuştu. Laf dönüp dolaşıp "Midnight Express" filmine geldi. Ben filmi seyretmediğim halde "bu film Yunanlılar tarafından desteklenen, gerçeklerle âlâkası olmayan, taraflı, abartılı ve aptalca" falan diye atıp tutmuştum. Tabii "ha, hu iyi" falan deyip konuyu kapattılar. O zamanlar film Türkiye' de yasaktı. Paris' te dolaşırken bir baktım sinemanın birinde oynuyor. Girdim, izledim; "valla fena film değilmiş yahu" diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Belçika
1988 – 1989 yıllarında gitmiştim. Ülkede üç farklı dil konuşulması tuhaf gelmişti. Bize okullarda ülkelerde dil birliği olmalı falan diye öğretmişlerdi; şaşırmıştım. Hani şu köfteci dükkanlarında falan gördüğümüz pipisinden su akan çocuk heykeli meğer Brüksel’ deymiş. Müthiş reklamını yapmışlar, ben 3-4 metrelik devasa bir şey beklerken sokak arasında, 50 santimlik küçük bronz bir heykel çıktı.
Almanya
Hızlı ve zamanında trenler, kusursuz altyapı, sanayi kenti Almanya. İş amaçlı kısa kısa bir çok ziyaret yaptım. Malum, ortalama hayat düzeyi oldukça yüksek, insanlar ileri bir hayat standardında yaşıyor ama teknoloji insanları biraz mekanikleştirmiş galiba. Son gitiğimde, şirkette bir bilgisayara bir şeyler yüklüyordum ama kullanıcısı ortalarda yoktu. Laf olsun diye nerede olduğunu sordum, üç yıl sonra gelecek dediler. Bilin bakalım neymiş: Doğum izni, evet Almanya’ da doğum izni üç yıl, maaşını da tıkır tıkır alıyorsun. Teorik olarak üç yılda bir çocuk yapıp 9-12 yıl işe gitmemek mümkün. Çocuk sahibi olmak isteyenler için daha bir alay teşvik var ama genç nüfus her sene azalıyormuş. İstatistik hesabı yapmışlar; böyle giderse ikibinbilmemkaç yılında hiç doğum olmayacakmış.
Hollanda
Amsterdam’ da 2000 yılından önce olmalı, 3-4 gece geçirmiştim. Eski ve güzel bir şehir. Venedik gibi şehrin içinde kanallar ve tekne turları var. Amsterdam şehir merkezi kot olarak deniz seviyesinin altında. Müthiş bir yatırım yapmışlar ve sürekli olarak binlerce motor biriken suyu setlerin dışına boşaltıyormuş. Elektrik uzun süre kesilecek olursa bütün şehir su altında kalırmış. Örneğin araba küçük bir nehrin üzerinden geçerken önce nehir gözükmüyor sonra yol yükseliyor bir köprünün üzerinden geçiyorsunuz daha sonra yol tekrar su seviyesinin altında kalıyor. Bazı bar-kafelerin zemin katı toprak ve sürekli hafif çamurlu.
Amsterdam’da mariuana satışı serbest, dükkanlarda fiş kesip satıyorlar. Ama özgürlük, serbestlik derken kantarın topuzu biraz kaçırmışlar. Her taraf mariuana kokuyor, ki pek hoş bir koku değil. Diğer uyuşturucular hesapta yasak ama adım başı birileri satmaya çalışıyor. Biri bana yapıştı önce anlamadım “yok ben kiralık bisiklet bakıyorum” falan dedim, adamdan kurtuluncaya kadar akla karayı seçtim. Seks özgürlüğü konusunda da bir zıvanadan çıkma durumu var. Batakhane bölgesi yer yer kesif çiş kokuyor, ilerleyen saatlerde anıranlar, kusanlar, ne ararsan.
Benim bulunduğum zaman lale mevsimiymiş, trenle 2 saat mesafedeymiş ufukla birleşen lale bahçeleri var dediler, maalesef bizim grubu ikna etmek mümkün olmadı.
Akşam şans eseri yaş ortalaması 40-45 olan çok sıkı bir rock grubunun çaldığı bara gittik. Çok iyi müzik yaptılar. Bana bir homoseksüel askıntı oldu (bendeki şansa bakın), neyse ki hasarsız kurtuldum.
Polonya
2003 yılı olmalı, guneyde Lejaysk diye bir kasabaya gitmiştim. Kasabada üç dört tane restorant vardı, hiç biri İngilizce bilmiyor, İngilizce menü de yok, biraz zorlanmıştık. Geçim sıkıntısında şikayet ediyorlardı. Zaten çoğu İngiltere’ de işçi olarak çalışmaya gidiyormuş. Amerika’ da bir eyalette (ismini unuttum) Varşova’ dakinden daha fazla Polonyalı varmış. Yine de Türkiye’ ye göre çok daha temiz ve düzenliydi.
Varşova’ da Madam Curie nin müzesine gitmiştim. Sade basit bir yerdi. Nasıl olsa tekrar geleceğim deyip Krakov yakınındaki Auschwitz toplama kampına gitmedim. Oysa bir daha gidemedim. Çok zevkli bir ziyaret olmayacaktı kuşkusuz ama yine de gitmediğime pişmanım.
İngiltere
Herhalde gelişmiş ülkeler arasında en sevdiğim ülke. Herzamanki gibi gezilerim iş amaçlı olduğundan hafta içi Londra’ nın dışında bulunuyorum. Ama fırsat bulduğumda mutlaka Londra’ da bir iki gece geçiriyorum. En sevdiğim yerler müzeler; Bilim ve Teknoloji Müzesi, Doğal Hayat Müzesi, Havacılık ve Savaş Müzesi, Churchill Savaş Merkezi Müzesi, HMS Belfast (Thames’e demirli II Dünya savaşı gemisi) Müzesi, üstelik çoğuna giriş ücretsiz. Zamanında bütün dünyayı sömürmüşler ama geçmişlerine sahip çıkmayı, geçmiş değerleri korumayı da bilmişler doğrusu. İzmir’ de hat sanatı uzmanı biri anlatmıştı. Zamanında Türkiye’ deki birçok değerli hat eserinin İngiltere’ ye kaçırılmış olmasına çok içerlermiş. Sonra bir ara İngiltere müzelerinde bu eserleri izleme fırsatı bulmuş. O zaman fikrinin değiştiğini söylemişti. Çünkü biz asla bu kadar iyi koruyamazdık demişti. Zaten onlar sömürge ülkeleri sömürdüklerini değil medeniyet getirdiklerini düşünüyorlar. Zimbabve’ de doğmuş İngiliz bir arkadaşım var. Ataları sömürge döneminde Zimbabve’ ye gelmiş ve yerleşmiş. İngiltere’ nin sömürgesi karşısında yerel halktan tepki alıp almadıklarını sormuştum. “O zamanlar Zimbabve’ deki yerliler değil maden işlemeyi madenin ne olduğunu bile bilmezdi. Hepsini biz öğrettik” demişti.
İngiltere’ de mimari, sokaklar, bit pazarları, parklar, kafelerdeki atmosfer de çok güzel.
Amerika
Amerika’ da bazı şeyler var ki empati yapıp anlamaya çalışmak çok zor. Liste başını yaya yolları alıyor. Şöyle bir senaryo düşünün: Orta büyüklükte bir kasabanın merkezinde yaşıyorsunuz, o gün evden çıkıyorsunuz ve 500 metre ilerdeki bir arkadaşınızın evine gideceksiniz veya evinizin karşısındaki bir alışveriş merkezine. Tabii Amerika’ da olduğunuz için müstakil bir evde yaşıyorsunuz ve en az bir arabanız var. Ama bugün hava güzel ve yürümek istiyorsunuz, öyle mi? Kusura bakmayın ama bu pek mümkün değil. Neden mi? Çünkü yaya yolu yok, araç yolu biter bitmez genellikle çim bir yükselti başlıyor. Çünkü Amerika’ da kasabalar planlanırken sakatlar, körler düşünülüyor fakat yayalar düşünülmüyor. Neden mi? Çünkü böyle bir talep yok. İster inanın ister inanmayın, hiç abartmıyorum. İki üç hafta kalıp hiç yürüyen (sıfır) insan görmediğimi biliyorum. Tabii inat edip çim yükseltiden yamuk yılık yürüyebilirsiniz, peki ama karşıya nasıl geçeceksiniz? Yol 5-6 şerit, vızır vızır ve hiç bir yerde yayalar için trafik ışığı yok. Tekrar hatırlatayım; unutulmamış, sadece gerek görülmediği için yapılmamış. Bu arada yürürken devriye polise denk gelirseniz şöyle bir yoklanacağınızdan şüpheniz olmasın.
Amerika’ da ayrıca yaygın bir güvenlik takıntısı var. Bir çeşit paranoya olmuş; kamyon denebilecek büyüklükte binek arabaları, sadece ehliyet göstererek herhangi bir süpermarketten istediğiniz silahı alabilme, abartılı güvenlik tedbirleri hatta çok yaygın olan obezite sürekli olarak kendini daha emniyetli bir ortamda bulunma paranoyasının ürünleri diye düşünüyorum.
Televizyon müthiş paralize edici, reklam görmeden 5 dakika geçmesi imkansız gibi ve tahminimce çok seyrediliyor. Kollektif olarak negatif bir etki yaptığını düşünüyorum.
İş hayatında her ne kadar öyle değilmiş gibi gözükse de yaratıcılığa, yeni fikirlere yer yok. Daha ziyade söyleneni, görevini yap ötesine karışma tarzı bir yaklaşım var. Ne olacak ki, gözlerimi kaparım vazifemi yaparım demeyin. Çünkü aynı zamanda yapmanız beklenen görev her zaman bir sis perdesinin ardında, açık ve net bir şekilde tanımlanmıyor. Bu yönetime her türlü manipulasyon için güç veriyor ama diğer taraftan, eger yönetici değilseniz bazen sizden bekleneni tam olarak yapmamış olmakla, bazen de haddiniz olmayan işlere burnunuzu sokmakla kolaylıkla itham edilebiliyorsunuz. Yönetim kademesine icra kademesine nazaran çok daha fazla önem veriyorlar. Detaylar için Dilbert kitaplarını okuyabilirsiniz.
Amerikalıların güzel özellikleri de var. Her karşılaştıkları insana selam veriyorlar, hâl hatır soruyorlar. Şirketteki bazı arkadaşlarım ilk karşılaşmamızda bana sarılıyor. Bazen yapmacık ve otomatizma ile yapılıyormuş gibi görünse de çok güzel bir alışkanlık. Genellikle sıcakkanlılar, konuşmayı, muhabbeti çok seviyorlar.
Hindistan
Maalesef çok şey yazamayacağım. Çünkü sadece 5-6 gün kalabildim. 2002 yılı falan olması lazım Madras’ a iş ziyareti yapmıştık. Oradan trenle Kuzeyde Guntur diye küçük bir kasabaya gittik. Yaklaşık 6-7 saat falan sürüyor. İki gün sonra aynı yolu araba ile döndük. Hindistan ile ilgili en çarpıcı anım bu araba yolculuğu galiba. Birkaç örnek vereyim: Yol genellikle tek gidiş tek geliş ve müthiş bir kamyon trafiği var. Bizim şöför solluyor ama kamyonlar tren gibi araya girmek mümkün değil, karşıdan gelen araba yaklaşıyor, yaklaşıyor. Hınk, amanın yapamayacağız çarpacağız. Hop, şöför bir kez daha solluyor. Tabii yol bittiği için yolun dışına, toprak sahaya çıkıyoruz. Toz duman gürültü derken karşıdan gelen trafik bitiyor. Bizim şöför tekrar sollama şeridine giriyor, basıyor, basıyor, nihayet kamyonlar bitiyor, tekrar kendi şeridimize dönüyoruz.
Yol genellikle böyle tek gidiş, tek geliş. Arada otobana çıkılıyor, otoban dediğin iki gidiş iki geliş İzmir’ deki Aliağa yolu gibi bir şey. Otobana giriyorsuz, hızlı şeritten basıyorsunuz, az sonra bilin bakalım ne oluyor? Tam karşınızdan, sizin şeritten döküntü bir traktör veya at arabası geliyor. Tabii şoförümüz alışık olduğu için karşı aracı yalayarak yanından geçip devam ediyor. Ve bu dediğim 15-20 dakikada bir tekrar ediyor. Şoföre sordum; tâli yoldan gelenlerin karşı yola geçmeleri için kullanacakları göbek çok ilerdeymiş gitmeye üşenip ters şeride giriyorlarmış. Yollar öyle tehlikeliymiş ki bizim bıçkın şoför bile gece yola çıkmazmış.
Bir kamyonun arkasında “Lütfen kornaya basın” yazıyordu. Komiklik olsun diye yazmışlar zannettim yanımdakilere falan gösterdim, kimse ne demek istediğimi anlamadı, sonra farkettim ki bütün kamyonların arkasında aynı şey yazıyormuş. Evet Hindistan’ da bütün kamyonların arkasında “Lütfen kornaya basın” yazıyor. Hem ilginç hem komik değil mi?
Hindistan’ da İngilizce konuşulma oranı çok yüksek. Yoldaki hammallar bile konuşabiliyor. Bunun iki sebebi varmış; biri malum İngiltere sömürge yılları, diğeri sayıları tam hatırlayamıyorum ama Hindistan’ da yüzün üzerinde resmi, beşyüzün üzerinde gayri resmi dil olması. Yani kendi aralarında anlaşmakta da zorluk çekebiliyorlar. Bu yüzden İngilizce ortak dil gibi bir şey olmuş. Örneğin bir yazılım firmasını ziyaret etmiştik. Yukarda bahsettiğim sebepten dolayı şirket içinde İngilizce konuşuluyordu. Bu arada Hindistan’ daki yazılım iş kolunun büyüklüğü ile ilgili kısa bir bilgi vereyim: Bizim gittiğimiz şirkette 12.000 kişi çalışıyordu ve Hindistan’ ın en büyüğü değilmiş. Hindistan’ ın en büyüğünde 25.000 kişi çalışıyormuş.
Umarım tekrar gitme fırsatı bulur ve Hindistan’ ı daha iyi tanıyabilirim.
Çin
2002-2003 yıllarınde birkaç defa güneyde Yunnan bölgesinde Kunming’ de bulundum. Arada hafta sonuna denk getirip Pekin ve Şangay’ ı da gördüm. Çin deyince aklıma gri rengi geliyor, sanki siyah beyaz bir ortamda yaşıyormuşsunuz gibi. İnsanların yüzünde bir bezginlik okunuyor, biraz da robotlaşma durumu var. Sanki tarih boyunca çektikleri çilelerden yılmışlar, sinmişler gibi. Ama gelin görün ki, bu iş hayatlarına yansımıyor. Hayat şartlarının onca çetin, ücretlerin onca düşük olmasına rağmen arı gibi çalışıyorlar ve asıl şaşırtıcı olanı kalite gayet iyi, patronlar için cennet olmalı
Çin’ de yabancı olarak bulunmak oldukça zor. Çünkü İngilizce bilme oranı çok düşük. Şangay’ da bazı merkezi turisitik dükkanlarda bile Hello deyince yüzünüze saf saf bakıyorlar. Restorantlarda da durum aynı ingilizce bilen olmadığı gibi mönüler de Çince. Hiç olmazsa yemeklerin resmi olsa; o da yok.
Lisan konusuna birçok kez şöyle ilginç bir şey yaşadım: Örneğin iyi bir dükkana veya restoranta gittiniz ve (benim gibi) Çinlilere hiç benzemiyorsunuz . İyi giyimli düzgün bir görevli yanınıza yaklaşıyor ve motor gibi Çince konuşuyor. İnginilizce anlamayacaklarını bildiğimizden el hareketleri ile no falan diyerek Çince bimediğimizi anlatmaya çalışıyoruz. Görevli bize şöyle “ha öyle mi” der gibi bakıyor, sonra motor gibi Çinceye devam ediyor. Arkadaşlarla şakalaşıyorduk, herhalde Çinliler zihin özürlü olmayan her yetişkinin Çince konuştuğunu sanıyor demiştik. Kimbilir belki gerçek payı vardır, onca yıl dış dünyaya kapalı bir hayat sürdüklerini hesaba katarsak...
Tayland
En sevdiğimi en sona bıraktım. Galiba 1999-2003 yılları arasında 7-8 defa kuzeyde, Chiang Mai’ ya gitme fırsatı buldum. Bankok’ a da birkaç defa günlük ziyaretler yaptım. Nereden başlasam? En güzel özelliklerinden biri güler yüzlü insanlar. Yapmacık değil, bu kültürlerinin bir parçası çok nazik ve güler yüzlüler. İlk gidişimi hatırlıyorum, Gece Pazarı dedikleri bir yere gitmiştim. 5-6 metrekarelik dükkanlarda hatta yerde açtığı tezgahlarda hediyelik eşya satan yüzlerce satıcı, müthiş bir kalabalık. Tamam dedim, şimdi bu satıcılar beni parçalayacak. Gardımı aldım daldım dükkanların arasına. Aradan 5-10 dakika geçti, sataşan eden yok. Demek ki diye düşündüm, polis bunları sıkı denetim altına almış, göz açtırmıyor. Az sonra anladım ki hiçbiri doğru değil. Kültürleri, hayata bakış şekilleri gereği sizi rahatsız etmiyorlar. Ayrıca basit bir hayat sürüyorlar, hayatı olduğu şekilde kabul ediyorlar ve bu yüzden asla azgınlık, taşkınlık yapmıyorlar. Giyip, kuşam gösteriş dertleri yok, herkes şıpıdık terlik, şort, tişörtle geziyor. Aynı zamanda çok höşgörülüler. Bir belgeselde seyretmiştim, adamın biri bir dağ köyünden boksör olacağım diye Bankok’ a gidiyor. Gerçekten de başarılı bir boksör oluyor madalyalar kazanıyor. Sonra kazandığı paralarla ne yapıyor dersiniz? Cinsiyet değiştirip kadın oluyor. Yıllar sonra köyüne dönmeye karar veriyor. Babasını yıllardır görmemiş, nasıl bir tepki alacağını bilemiyor. Babası önce biraz şaşırıyor sonra tüm aile bağrına basıyor. O bizim evladımız diyorlar, biz onu her durumda severiz. Bir köy hayatı için inanılmaz bir hoşgörü.
Taylandlılar doğa hayatına da çok saygılılar. Ülkenin başında çok sevdikleri bir kralları var. Bu koskoca kral alem ne der diye düşünmemiş ve ne yapmış biliyor musunuz? Sokak köpeklerinin öldürülmesini yasaklamış. Krala karşı çok saygılı oldukları için herkes kurala uyuyor. Sokak köpecikleri sıcaktan perişan biraz hastalıklı görünse de hayatta olmanın keyfini yaşıyor. Doğaya saygı ile ilgili bir hikaye de ağaçlarla ilgili: Yıllar önce şimdi adını hatırlayamayacağım, aralarında 25-30 km mesafe olan iki kasabanın yöneticileri birbirlerini çok severmiş ve fırsat buldukça birbirlerini ziyaret ederlermiş. Bakmışlar bu sıcakta bu mesafeyi almak çok zor oluyor, gölge yapması için yolun iki yanını ağaçlandırmışlar. Gelgelelim 8-10 yıl önce yol genişletme çalışmaları yüzünde ağaçları kesmeye kalkmışlar. Bunun üzerine tanınmış bir Budist rahip üşenmemiş yol üzerindeki bütün ağaçları tek tek vaftiz etmiş. Yani onları Budist rahip haline getirmiş. Bunun işareti olarak da hepsinin gövdesine ince bir kumaş bağlamış. Ne mi olmuş? Kim bir budist rahibin canını alabilir. Şimdi otoban başka bir güzergahtan geçiyor. Bu ağaçlar günümüzde koca gövdeleri, devasa boyları ile birer abide gibi yaşamaya devam ediyorlar. Kutsal günlerde hala bazılarının gövdelerine eşarp bağlıyorlar. Orada yaşayan Amerikalı bir arkadaşım vardı. Her gün rahiplerin arasından geçip işe gitmek harika bir duygu derdi.
Taylandlıların bu güzel özelliklere sahip olmasında Budizmin payını gözardı etmemek lazım. Budizm batı dinlerinden farklı olarak ilahi bir mekanizmadan gelen tartışılmaz emirlere uymak yerine, aydınlanmak için insanın kendi içine dönmesine, meditasyon yapması gerektiğine inanıyor. Din kitapları genellikle meditasyon tekniklerini anlatıyor. Ayrıca Taylandlılar kendilerini Budizimin en iyi uygulayacısı olarak görüyorlar. Budizimi bir dinden ziyade bir hayat felsefesi olarak kabul ediyorlar, Budist olmak istiyorsanız mevcut dininizi terketmeniz gerekmiyor diyorlar. Budistler tekrardoğuşa inanıyorlar. Büyük bir işe kalkışıp da başarısız olduklarında birbirleriyle “Gelecek hayatta görüşürüz” diye şakalaşıyorlar.
Taylandlılar yeni yılı Nisan ayında kutluyor. Kutlamalar dört gün sürüyor. Bir ziyaretimde dördüncü günde orada olmayı başarmıştım. Hemen sokağa fırladım, kutlamalarda en çok yapılan şey herkesin birbirine su atması, ıslatması. Zaten çok sıcak olduğu için problem olmuyor. Her konuda olduğu gibi bu işte de taşkınlık yapmıyorlar. Size su atmak isteyenlere gülümseyerek istemediğiniz anlamında elinizi kaldırdığınızda sadece elinize biraz su döküyorlar. Tabii tüm bu anlattıklarımın istisnaları var, özellikle Bankok gibi büyük sehirlerde.
Tayland’ ın seks cenneti olduğu konusundaki yaygın inanışın abartılı ve çarpıtılmış olduğunu düşünüyorum. Belki hoşgörü faktörünün bir miktar etkisi olmuş olabilir, fakat benim gördüğüm, hissettiğim kadarıyla Tayland’ da kültüründe tek başına seksin kesinlikle yeri yok. Bana göre Tayland’ ın adını böyle kötüye çıkaranlar Tayland’ daki hoşgörüyü ve belki biraz da fakirliği istismar ederek azgınlaşan anglo-saksonlardan başkası değil. Avustralya’ dan gelmiş ve üç kimsesiz Tayland’ lı çocuğu evlat edinmiş, kıt kanaat onları okula göndermeye çalışan bir adamla tanıştım. Çabaları beni etkilemişti, nereden laf açıldıysa bu düşüncemin doğru olup olmadığını kendisine sordum. Bana kesinlikle katılmadı ve seks turizimi bu ülkenin hayat damarlarından biridir falan dedi. Bir yıl sonra öğrendim ki evlat edindiği çocuklara cinsel taciz suçundan sınırdışı edilmiş, gazetelere falan çıkmış. Yanlış adama sormuşum galiba değil mi?
Tayland’ ın sıcak, baharatlı yemekler, yüksek nem, araba dumanı, sıcaktan kaynaklanan çürük kokusu karışımı kendine has bir kokusu var. Daha uçağın kapısı açılır açılmaz yüzünüze çarpıyor. Ben bu kokuyu da çok seviyorum, bazıları iğreniyor.
Ne yazık ki oraya gitmemi gerektiren nedenler artık mevcut değil. Bu yüzden ziyaretlerim sona erdi. Oysa ki her zaman sıkılmadan defalarca gidebileceğim harika bir ülke