Bu blog güncelleniyor mu be yau?

Pek sayılmaz.

Ama yeni yazı okumadan şurdan şuraya gitmem diyorsanız sizi Derkenar'a alalım. Yeni şahaserlerimi Derkenar'a yazıyorum.

Nea? Sizin hâlâ Derkenar'dan haberiniz yok mu?

Duymamış olayım.

Bak hâlâ bakınıyor. Hadi hemen tıkla bakayım.

Nereye mi? Muhtaç olduğun link yan tarafta duruyor. Onu da bana sorma artık

Ali Türkan ölüvermiş

Onlardan biri, Derkenarın usta yazarı Ali Türkan aniden ölüvermiş, ordan aklıma geldi bunlar.

Vefat

Kayıp Ustalar

Hayatımın farklı dönemlerinde buna benzer duyguları tekrar hissettim. Bazen başka insanların da koydukları hedefe ulaştıktan sonra, o hedefte karşı ilgilerini yitirdiklerini hatta ondan tamamen uzaklaştıklarını gördüm. Yeteneklerinin doruklarındayken üretmeyi bırakan müzisyenler, yazarlar, çizerler, hatta iş adamları...

Beni ilgilendirmiyor, okumam

Ay ne kıl herif, aynı ben

Benim merak ettiğim ise şu: İki insanın birbiri ile anlaşabilmesi için kişilik özelliklerinin benzer olması gerekiyor mu? İkiz denecek kadar aynı kişilik özelliklerine sahip insanların hiç de iyi geçinememesi hatta birbirlerinden nefret ediyor olmaları mümkün müdür? Ya da tamamen karşıt karakterli iki kişinin iyi dost olması veya en azından uyum içinde problemsiz yaşaması mümkün müdür?

Bu mu şimdi merak ettin yani?

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Aşağıda aklıma gelen bazı örnek cümleler ve bunların nasıl farklı, hatta zıt anlamlara çekilebileceğine dair karalamalar var. Daha onlarca örnek vermek mümkün.Fakat amacım kelime canbazlığıyla kafa bulandırmak değil. Merak ettiğim, biri bizim veya başkası hakkında bir yorumda bulunduğunda kendi dağarcığında asılı olan hangi etiketleri kullanıyor ve bu yargı bize ulaştığında bizim belleğimizdeki hangi muhakeme adresi uyarılmış oluyor. Kaynağından hedefine ulaşan mesaj ne derece tahrifata uğruyor ve bu tüm mekanizma ne derece sağlıklı çalışıyor?

Hiç anlamıyorum, hiç

Biz gideriz ormana hey ormana

Bizim doktorun orman fare benzetmesi bende bazı çağrışımlar uyandırdı. İç dünyamızda olan bitenlerle Şükrü beyin anlattıkları arasında bir benzerlik kurulabilir mi diye düşünmeye başladım? Bir deneyelim dedim: İçimizde bir orman var. Bu ormanda meyva ağaçları, su kaynakları, çiçekler de var fareler, örümcekler, akrepler, küfler de. Yani sevgi, şefkat, aşk, yardımseverlik gibi iyi duyguların yanında korku, nefret, kıskançlık, şiddet de

Ne ormanı faresi yemişin sen kafayı olm

Ah Tatil

Tatilden yeni döndüm ve tatile çıkmaya hazırlananlara taze taze tavsiyelerim var. Bu tavsiyeler tatilde mutlaka bir turist götürme niyetinde olanlar için veya her şey dahil otellerde patlayıncaya kadar yeme içme, eller havaya, vur patlasın çal oynasın sevenlere göre değil. Tatilde kafa dinlemek, doğaya yakın olmak, bütün bir sene insana sıkıntı veren şeylerden uzaklaşmak isteyenler için. Bir bakın bakalım belki seversiniz:

Tıklıyorum ama okumak için değil

Ülkeler, hatıralar

Bu güne kadar iyi-kötü biraz memleket gördüm. Genellikle bir iki haftalık iş gezileriydi bunlar. Yine de bulunduğum ülkenin insanlarını, doğal güzellikleri, yemeklerini, kültürünü, kokusunu, dokusunu hissetmeye çalıştım kendimce. İşte şimdiye kadar bulunduğum ülkelere ait kısa manzaralar:

Bak, bak havalara bak

Tekrar Buluşma Yeri

Aslında bu hikayeciğin ana temasını rüyamda gördüm ve unutmamayı başardım. Rüyalarımızda gördüklerimiz, yaşadıklarımız çoğu kez bizim dışımızda olan olaylar gibi görünüyor değil mi? Böyle düşünürsek bu hikayeciğin tam anlamıyla bana ait olmadığı söylenebilir? Ama öte yandan rüyayı gören benim, değil mi ama :)

Galiba 10 - 12 yıl önce yazmıştım (şu an 2007), sonra biraz rotüş yaptım

İşte hikayecik: Tekrar Buluşma Yeri

Okumucam ama bir bakayım

Bak oğlum Seyit

Bunlar kendime öğütler. Biraz şahsi bulabilirsiniz; sonunu getireceğim diye canınızı sıkmayın. Dediğim gibi bunlar öğütler; ne olduğum (maalesef) değil, okutuğum kitapların izlerini taşıyor ama kopyala & yapıştır değil. Birşeyi oldurmak için önce söylemek lazımmış, işte bu öğütler o noktadan:

Aman bari bişey şeyetse...neyse hadi bakayım

Ali Türkan ölüvermiş

Hani baştacı yaptığımız yazarlar, sanatçılar, düşünürler vardır ya; yaşarken ışıltılarıyla insanları büyülerler, öldükten yıllar sonra da kıymetlerinden bir şey kaybetmezler. Bazen düşünürüm; bu insanlarda olan şey nedir ki derim, bizim gibi sıradan insanları böyle etkileyebiliyorlar, nasıl oluyor da pusulamız her fırsatta onlara doğru dönüyor . Niye bizler bu çekim gücünden yoksunuz da, o insanlara bu pırıltı bahşedilmiş? Güçlü bir belleğe sahip olup, çok okuyup, kelimeleri yan yana dizmeyi çok iyi bildikleri için mi? Eğer öyleyse, biz de çok okusak, edebiyat sanatının tüm inceliklerini hatmetsek, kelime canbazlığında ustalaşsak, olabilir miyiz onlar gibi? Çok gezdikleri, çok insanla tanıştıkları için mi? Yoksa yokluk içinde geçirdikleri çileli hayatları mı yakıtları olmuştur kalemlerinden dökülen incilerin? Eğer öyleyse biz de varımızı yoğumuzu dağıtsak köşe bucak dolaşsak acaba bulabilirmiyimiz aynı ilham perilerini bir yerlerde? Hangi yolu, hangi metodu takip etmişler, hangi dağlara çıkmışlar, hangi okulları, hangi derecelerle bitirmiştir bu adamlar? Ki, biz de aynı yollardan geçelim nasibimizi alalım. Ne tür müzik dinlemişler, hangi sergileri gezmişler, ne yemiş ne içmişler, nelere isyan etmişler, kimleri bağırlarına basmışlar, ne tür insanlarla arkadaşlık etmişlerdir? Bilelim ki biz de aynı rotayı tutalım aynı meyvaları toplayalım.

Hepsi boş tabii. Onlarda olup bizde olmayan şey bunlardan hiçbiri değil. Hatta tam tersi, belki bizde bulunan bir şey onlarda bulunmadığı için onlar farklı bizlerden. Bizi hantallaştıran, onlara göre donuk tatsız hale getiren şey sırtımızda taşıdığımız koca bir yük aslında. Bu yükün içinde hayattan tüm öğrendiklerimiz, bizi yaralayan, haz veren anılarımız, tehlikeri savuşturma tekniklerimiz, korkularımız, sosyal kimliğimiz, yüce değerlerimiz, nefret ettiklerimiz var. Tamamen geçmişle dolu bu yükün içine artık nadiren bir şey girip çıkıyor. Ve biz, her kararımızda, her hareketimizde geçmişteyiz, artık mevcut olmayan, bitmiş olan, ölmüş olandayız. Zihnimiz geçmiş tecrübelerin kapanına kısılmış, kendini hapsetmiş. O artık özgür değil, özgür olmadığı için dünyanın en pahallı okullarını bitirse, en keskin ustalardan sanatın tüm inceliklerini öğrense, dünyayı gezse, en yüksek dağlara tırmansa, çivi üzerinde meditasyon da yapsa, her zaman tatsız, tutsuz, güdük.

Hayat hakkında takıntılarımızın, korkularımızın, teknik tabiriyle koşullanmış zihnimizin oluşturduğu o habis yüke neşter atabilenler çektikleri bir çok sıkıntının yanında korkulardan azade, yeni, özgür, sevgi dolu ve özgün bir dünyada buluyorlar kendilerini. İşte o zaman şiir, roman da yazsalar, resim de yapsalar, şoförlük de yapsalar, dağda koyun da otlatsalar, dans da etseler her insanın içinde zaten mevcut olan o evrensel sevgi ve özgürlük duygusunu titreştiriyor ve bir mıknatıs gibi tüm benzerlerini kendilerine çekiyorlar.

İşte önce toplumun sırtımıza yıllarca yavaş yavaş yüklediği sonra kendi kendimize sağlamlaştırdığımız o urdan kurtulmak hiç kolay değil, çünkü hiçbir arkadaş, hiçbir okul, hiçbir kitap, hiçbir şair, hiçbir formül yardım edemiyor bize. Diğer taraftan belki bir o kadar da kolay, çünkü hiç kimseye, hiç bir araca itiyaç duymadan, sadece tek başımıza kalarak, kendimizi cessurca ve acımasızca izleyip ,kendimizle buluşabileceğimiz kadar elimizin altında, burnumuzun dibinde. Öyle bir ilahi adelet ki, hiç kimseye bir diğerinden daha uzak değil. O bazen yaşlı bir köylünün gülen yüzünde, bazen ise usta bir yazarın satırlarında sıcaklığıyla ısıtıyor yüreğimizi.

Onlardan biri, Derkenarın usta yazarı Ali Türkan aniden ölüvermiş, ordan aklıma geldi bunlar.


Kayıp Ustalar

Ortaokul yıllarına kadar denize ancak günübirlik gidebiliyorduk.Daha sonra tüm yazı Karaburun’ un küçük balıkçı köyü Kaynarpınar’ da geçirmeye başladık. Yüzme biliyordum fakat çocukluktan beri denizle haşırneşir olmuş atletik vucutlu yüzücü arkadaşlarımın körfez vapuru gibi denizi yara yara yüzmesini gıptayla seyrediyordum. Denize girdiğimiz koyun karşısında balıkçı barınağı vardı. 100-150 metre yüzerek limanın ucuna varabiliyorduk. Ben de yüzücü arkadaşlarım gibi yüzebilmeyi istiyordum ve kendi kendime böyle yüzebilsem hergün limana kesintisiz yüzüp dönerim diyordum ve iyi yüzen arkadaşlarımın bunu niye yapmadığına şaşırıyordum.

Bir gün yine plaja (plaj demezdik, yerel ismi Dombarcık derdik) yüzmeye gitmiştik. Benden büyük bir kız da denize giriyordu. İyi yüzerdi ve ayakta durunca bel hizasına gelen, hiç görmediğim uzunlukta paletleri vardı. Denize girmiştik, o paletleriyle sırtüstü yüzüyordu, bende palet falan yoktu. Birden yarışıyor gibi bir duruma geldik. İkimiz de var gücümüzle yüzüyorduk ve ben geride kalmamıştım. Bir süre sonra durduk. Ben nasıl bu kadar iyi yüzebildiğime şaşırmıştım. O da çok şaşırdığını söylemişti.

Artık iyi yüzebildiğimi anlamıştım. Hemen kesintisiz limana kadar yüzüp gelmeyi denedim. Onu da yapabiliyordum. Sonra bir daha limana hiç yüzmedim. Hedefime ulaştığım için hedefim bütün cazibesini yitirmişti.

Hayatımın farklı dönemlerinde buna benzer duyguları tekrar hissettim. Bazen başka insanların da koydukları hedefe ulaştıktan sonra, o hedefte karşı ilgilerini yitirdiklerini hatta ondan tamamen uzaklaştıklarını gördüm. Yeteneklerinin doruklarındayken üretmeyi bırakan müzisyenler, yazarlar, çizerler, hatta iş adamları...

Bir gün İnsan Kaynakları Müdürü (o zamanlar Personel Müdürü derdik) bir arkadaşımla konuşuyorduk. Bana işçi alımlarında izlediği bir yöntemden bahsetmişti. Tüm gün boyunca bir motorun üzerindeki dört vidayı sıkması gereken bir işçi alacak olalım demişti. Aynı ücreti talep eden, iki istekli aday var. Bunlardan biri el aletlerine yatkın. Diğeri yatkın değil ama öğrenebileceğini söylüyor. Arkadaşım her zaman tecrübesiz olanı işe aldığını söylemişti. Çünkü diyordu, tecrübeli olan için iş çok basit gelecek, bir hafta sonra sıkıntıdan tornavidayı sol eliyle kullanacak, işi kendisi için eğlenceli hale getirmek için olmadık numaralar yapacak ama yine de sıkılacak ve bir aya kalmaz başka iş bulup ayrılacak. Tecrübesiz olan ise kendini ispatlamaya çalışacak, zaman içinde hızlandığını veriminin arttığını görüp sevinecek, bir aşama kaydettiğini hissedecek. Tecrübesiz aday için, bu işin basit ve sıkıcı duruma gelmesi için daha hayli zaman var.

Bu globalleşen dünyada bize usta diye sunulan müzisyen, yazar, çizer, iş adamı, politikacı, ressamları görünce aklıma bu yazdıklarım geliyor. Bunlar diyorum, aslında doldurmaları gereken mevkilerin bir kademe altındaki insanlar, cübbeleri vucutlarına bir numara büyük gelenler. Gerçek ustalar ise ortalarda dolaşmıyor, onların usta olmak gibi bir kaygıları da yok zaten. Kimi sessiz sedasız işini yapıyor, kimi küskün, kimi uzmanlık alanını bırakmış, bambaşka denizlere yelken açmış.

Dikkatli olun, onları bulmak kolay değil, ama iyi bir gözlemciyseniz karşılaştığınız zaman dikkatinizden kaçmayacaktır.

Ay ne kıl herif, aynı ben

Astrologlar insan kişiliğinin doğum anındaki yıldızların konumu ile doğrudan bağlantılı olduğunu söylüyorlar değil mi? Eğer bu doğru ise aynı anda doğan kişilerin karakterlerinin birbirine çok yakın olması gerekiyor. Olmaması durumunda, bazı astrologlar başka bir kulp takıyor ya da kibarcası başka bir tez savunuyorlar: Kişiliğimizin aslında doğum anındaki yıldızların konumuna göre değil, ana rahmine düştüğümüz andaki yıldızların konumuna göre belirlendiğini söylüyorlar. Bu da bildiğiniz gibi tam olarak hesaplanamıyor. Bu doğruysa astrologlar için bir taraftan ekmek kapısı kapanıyor, bir taraftan dedikleri çıkmadığı takdirde kendileri için bir manevra alanı doğuyor. Bu tezin doğru olduğunu varsaydığımızda ikizlerin aynı karakterde olması gerekiyor öyle değil mi? Çok fazla ikiz tanıdığımı söyleyemem ama benim tanıdığım ikizlerin kişilikleri birbirine benziyordu gerçekten.

Öyle yada böyle, doğuşla beraber getirdiğimiz bazı kişilik özelliklerimizin olduğu muhakkak. Yaşadıkça, kendi kapasitemize göre, bu özelliklerimizi biliyoruz veya törpülüyoruz; en azından bir süre için. Sonra bir an geliyor, karakterimiz oluştu diyoruz ve genellikle bir daha kişiliğimiz üzerinde temel bir değişim yapmıyoruz, yapamıyoruz.

Benim merak ettiğim ise şu: İki insanın birbiri ile anlaşabilmesi için kişilik özelliklerinin benzer olması gerekiyor mu? İkiz denecek kadar aynı kişilik özelliklerine sahip insanların hiç de iyi geçinememesi hatta birbirlerinden nefret ediyor olmaları mümkün müdür? Ya da tamamen karşıt karakterli iki kişinin iyi dost olması veya en azından uyum içinde problemsiz yaşaması mümkün müdür?

Bir örnek üzerinden yürüyelim. Çalıştığınız şirkette genel müdür emekliye ayrılıyor ve alt kademe müdürlerden biri genel müdür seçiliyor olsun. Hırslı ve liderlik kişiliğine sahip müdürler kolları sıvamışlar, kulis çalışmasına başlamışlar bile. İşte size aynı kişilik özelliklerine sahip küçük bir grup. Ne dersiniz, bu grup üyelerinin iyi geçiniyor olması mümkün müdür, hele böylesi bir dönemde? Aynı şirkette, bir diğer grup yangın önleme konusunda bir araştırma yapıyor olsun. Bu grup elemanlarının tümünün paylaşımcı ve yardımsever kişiliğe sahip olduğunu varsayalım. Bu gruba yeni bir eleman katılacak olsa, grup elemanlarından karşı çıkan olmaz herhalde değil mi? Eskiler bu durumu çok güzel özetlemişler: Yedi derviş bir posta oturur, iki hükümdar bir dünyaya sığmaz.


O halde aynı kişilik özlliğine sahip insanların sahip oldukları özelliğe göre bazen geçinip bazen geçinemeyeceklerini söylemek yanlış olmaz sanırım. Aynı şekilde değişik kişilik özelliklerine sahip kişiler için de bir kural koymak mümkün olmasa gerek. Örneğin lider kişilikli bir hükümdar, hem şiddet yüklü bir komutanla, hem de yardımsever kişilikli bir hastane yöneticisi ile de iyi ilişkiler kurabilir. Oysa komutan ile hastane yöneticisi muhtemelen iyi geçinemeyecektir.

Benim takıldığım şey ise birbiri ile geçinemeyen aynı kişikliler. Bu gruba girenler sadece lider kişilikli olanlar değil. Örneğin kökten milliyetçi ya da dindar kişiliğe sahip olanlar, farklı milliyet ve dine sahip olan benzerlerinden nefret ediyorlar. Bir güç odağının kulu, emir eri olmaktan hoşlanan kişilikler de birbiri ile geçinemiyor, çünkü yaslanacakları şey olmayınca kendilerini boşlukta hissediyorlar. Onları yermek, dalga geçmek ya da ne kadar zeki olduğumu göstermek değil niyetim. Öyle ya, belki yıldızlar sebep olmuştur onların böyle bir kişiliğe sahip olmasına, belki bazılarının inandığı gibi geçmiş yaşamları, belki de yetişme koşulları. Merak ettiğim ve şaşırdığım şey şu: Benzerini dışlayan onları yok etmeye, ezmeye çalışan kişi, aslında aynı zamanda kendisiyle de çatışmış olmuyor mu?

Bu kişlerin bir kısmı kendilerinde bulunan fakat hoşlanmadıkları ve bastırmaya çalıştıkları bir kişilik özelliğini benzerlerinde gördüklerinde çatışma içine girip tepki gösteriyor olabilirler. Örneğin ölüm korkusu taşıyan ama bu korkuyu taşıdığı için kendine kızan ve bu duyguyu bastırmaya çalışan biri, yine ölüm korkusu taşıyan başka birine karşı tepki gösterebilir. Bu çok da anlaşılamayacak, açıklanamayacak bir şey değil. Fakat yukardaki örnekte adıgeçen milliyetçi, dindar ve liderler için böyle bir durum yok. Onlar bir taraftan bu kişilik özelliklerini parlatıyor, keskinleştiriyorlar, bir tafatan da bu kişilik özelliğine sahip olanları, yani aslında kendilerini köreltmeye yok etmeye uğraşıyorlar. Ve bu durum çoğu zaman hayatları boyunca devam ediyor. Çoğu bu çatışmanın farkına varabilecek kapasiteye sahip olamıyor fakat özellikle zeki ve lider kişilikli bazı tanıdıklarımın kimi zaman bu çatışmaya düştüklerini hissetmiştim.

Onlar için zorlu bir bulmaca olsa gerek

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Kuşkusuz kelimeler kendimizi ifade etmenin yegane yolu. Fakat bana öyle geliyor ki, bazen kavramlara takılan tanım etiketleri kavramın içinin boşalmasına sebep oluyor. Hatta bazen ifade edilmek istenen şey anlaşılamadığı gibi tam tersi anlamlara dahi çekilebiliyor. Bir şey ifade etmeye çalışırken ağzınızdan çıkıveren bir kelimeye, basit bir davranışınıza takılıp sizin anlatmaya çalıştığınız şeyin tam tersini algılayan insanlarla siz de karşılaşmış olmalısınız. Sizin canınızı sıkan bu durum politikacılar emniyet supabı olabiliyor. Onlar öyle kelime-kavram canbazlığı yapıyorlar ki, hem söylediklerin tersi olması durumunda kendileri için manevra alanı bırakmış oluyorlar hem de aynı sözlerle iki karşıt düşünceli insanın takdirini alabiliyorlar.

Uzun zamandır birbirini tanıyan veya birbirine benzeyen insanlar ifade edilmeye çalışılan şeyi daha kolay anlıyorlar. Galiba kolay anlamanın kolay anlaşılabilmenin diğer şekli ise çok boyutlu düşünmemek, empati yapmamak, olaylara basit neden sonuç ilişkileri ile yaklaşmak yani pragmatik olmak. Bu durumda, ifade edilmek istenen şeyi yanlış anlamanız ihtimal dahilinde. Ama kısa yoldan, bir şekilde bir hükme varacağınız muhakkak.

Bakın bu yukardaki küçük paragrafta bile okuyucu tarafından (tabii önce bu siteyi tıklayanların sayısını 2 den yukarı çekilmesi gerekiyor :) zıt algılanabilecek kelimeler var: Pragmatik olmak olumlu bir özellik midir? Ya insanları kolayca anlamak ve kolayca anlaşılmak? Bu soruların evet veya hayır gibi mutlak cevapları olabilir mi?

Aşağıda aklıma gelen bazı örnek cümleler ve bunların nasıl farklı, hatta zıt anlamlara çekilebileceğine dair karalamalar var. Daha onlarca örnek vermek mümkün.Fakat amacım kelime canbazlığıyla kafa bulandırmak değil. Merak ettiğim, biri bizim veya başkası hakkında bir yorumda bulunduğunda kendi dağarcığında asılı olan hangi etiketleri kullanıyor ve bu yargı bize ulaştığında bizim belleğimizdeki hangi muhakeme adresi uyarılmış oluyor. Kaynağından hedefine ulaşan mesaj ne derece tahrifata uğruyor ve bu tüm mekanizma ne derece sağlıklı çalışıyor?

Çok hırslı birisidir
Olumlu anlam:
Zorluklarla mücadele eder ve mutlaka amacına ulaşır. Demoralize olmaz, kolay yorulmaz, hedeflerine ulaşmak birinci önceliğidir.
Olumsuz anlam: Amacına ulaşma yolunda insanları kullanıyor, kırıyor ve eziyor. Kendi hedeflerinin başkalarının hayatına zarar verebileceğini düşünmüyor, bencilce davranıyor.

Sadakat duygusu çok gelişmiştir
Olumlu anlam:
Kendisini bağlı olduğu organizasyona adar, onun kurallarına uyar, güvenilir, çalışkan, uyumlu bir takım arkadaşıdır.
Olumsuz anlam: Kendi organizasyonuna bağlı olmayan insanları önemsemez, rakip kabul eder veya onları günün birinde kendi çizgisine gelecek olan geri varlıklar olarak görür. Kendisini bağlı olduğu organizasyonun kapasitesi ile sınırlar. Yeni görüş ve ufuklara kapalıdır.

Çok şüpheci, kuşkucu birisi, kendinden başka kimseye inanmıyor
Olumsuz anlam: İnsanları yalancı yerine koyuyor ve rencide ediyor. Bu yüzden insanlarla iletişimi bozuk. Çoğu kişi ile kavgalı duruma düşüyor, korku içinde, mutsuz bir hayat yaşıyor, çevresindekileri de mutsuz ediyor.
Olumlu anlam: Hataya açık olan işleri hatasız ve eksisksiz tamamlıyor. Bazen küçük ama önemli bir detayı farkediyor ve büyük zararların önüne geçiyor.

Çok sabırsız, aceleci
Olumsuz anlam: Sistematik ve planlı çalışamıyor, işleri birbirine giriyor ve verimli sonuç alamıyor. İnsanlara işlerini bitirmeleri için yeterli zaman tanımıyor ve onların da verimli çalışmasını engellemiş oluyor.
Olumlu anlam: Sorunlarının çözümünü belirsiz bir geleceğe ertelemiyor, hemen ele alıyor ve çözmeye çalışıyor. Böylece problemlerin kanıksanmasını ve çözülemeyecek kadar büyümesini engellemiş oluyor. Her zaman gününü yaşadığı için pişmanlık duymuyor

Titiz, mükemmeliyetçi
Olumlu anlam: İşini olması gerektiği gibi yapar. Tüm ince detayları düşünür, ameliyat, uçak yapımı gibi özen gerektiren işlerde çok başarılıdır. Bir defada kusursuz iş çıkarır, hata telafisi için gereksiz zaman harcanmasına gerek kalmaz.
Olumsuz anlam: Hayata yaklaşımı hatalar ve hataları yok ederek en iyiye ulaşmak şeklindedir. İlişkide olduğu insanları ve hayatı olduğu gibi kabul etmede zorluk çeker, onları kendi doğrularına göre şekillendirmeye, biçimlendirmeye çalışır, kendi gibi düşünmeyenleri eksik, ilkel varlıklar olarak görür.

İsyankar, anarşist ruhlu
Olumsuz anlam: Belli bir amaca hizmet etmek amacıyla toplanmış grupta uyum sağlayamadığı gibi grup elemanlarını eleştirir onları işlerinden alıkoymaya uğraşır. Her gün tekrarlanması gereken işlerden sıkıntı duyar.
Olumlu anlam: Düzeni kanıksamaz, koşulsuz uyum sağlamak yerine yeni ufuklar açmaya çalışır. Ezilen, sömürülen insanlara yol gösterir, özgürleşmelerine yardımcı olur.

Biz gideriz ormana hey ormana

Bizim ufaklık ateşlendi, hemen doktora gittik. Şükrü Bey bizlere çocuk hastalıkları hakkında tibbi bilgi vermeyi çok seviyor. Uzun uzun anlattı; büyük ihtimalle viralmiş, yani grip. Fakat enfeksiyon olma ihtimali de varmış. Grip olduğunu varsayarak tedaviye başlayacakmışız. İşe yaramazsa antibiyotik tedavisi gerekebilirmiş. Ucunda pamuk olan uzun bir çubuğu Sefa’ nın boğazına değdirdi, laboratuvara göndermek üzere salgı örneği aldı. Laboratuvar sonucuna göre kesin karara varabilecekmişiz. Sonra insan boğazının bakteryel durumunu anlatmaya başladı. Boğazımız, sadece hasta olduğumuzda değil, sağlıklı olduğumuzda da, çok sayıda bakteri ve mantar içerirmiş. Laboratuvar testlerinde bu oranların makul seviyede olup olmadığına bakılırmış. Boğazın bakteri ve mantarlardan tamamen arınmış olması gibi bir durum söz konusu olamazmış. Hasta olma hali bir bakterinin kabul edilebilir sınırların üzerinde üremesi durumunda oluyormuş. Sonra bir örnek verdi: Aynı bir orman gibi düşünün dedi. Ormanda tavşanlar, ağaçlar, kuşların yanında fareler de var. Bir orman fare olmadan düşünülemez ama fare sayısında anormal bir artış olması durumunda ormanda yolunda gitmeyen birşeyler var demektir dedi. Bu durumda ormanda fare yiyen nüfusu güçlendirmek gerekirmiş; yani ilaç. Sonra tıpkı doğada olduğu gibi insan vucudunda da bu dengenin kendi kendine kurulmasının daha makbul olduğunu söyledi. Gereksiz yere ilaç almanın ormandaki fare sayısını bir süre için gereğinden fazla düşüreceğini, bu durumda fare ile beslenen nüfusun da aşırı düşeceğini, böylece gelecek ilk fare saldırısında ormanın yine fareden geçilmeyeceğini anlattı.
Bizim doktorun orman fare benzetmesi bende bazı çağrışımlar uyandırdı. İç dünyamızda olan bitenlerle Şükrü beyin anlattıkları arasında bir benzerlik kurulabilir mi diye düşünmeye başladım? Bir deneyelim dedim: İçimizde bir orman var. Bu ormanda meyva ağaçları, su kaynakları, çiçekler de var fareler, örümcekler, akrepler, küfler de. Yani sevgi, şefkat, aşk, yardımseverlik gibi iyi duyguların yanında korku, nefret, kıskançlık, şiddet de.
İçimizde bir orman var dedik, ama aslında biz orman değiliz; biz ormanı yöneten ona müdahale etmeye çalışanız, yani doktoruz. Orman coğu kez bize karanlık ve çekilmez görünüyor. Onu incelemek bizi yoruyor, bazen fare nüfüsunun artmış olduğunu farkediyoruz. Genellikle fareler iyice azıtıncaya kadar ormanla ilgilenmiyoruz, yok sayıyoruz. Nihayetinde hasta duygular dört yanımızı sardığında, artık nefes alamaz hale geldiğimizde çözüm arıyoruz, müdahale ediyoruz. Bazen ormanın iyi görünmesi için her tarafa çiçek ekmeye çalışıyoruz; yani örneğin içimizdeki kıskançlık duygusunu bastırmak amacıyla iyilikler yapmaya, sevecen görünmeye çalışıyoruz. Bazen de fareleri öldürmek için yılanlar üretiyoruz; yani kıskançlık duymamıza sebep olan şeye biz de sahip olmaya çalışıyoruz, bu yolda hırslanıyoruz, saldırganlaşıyoruz. Böylece çiçek ekerek veya yılan üreterek ormanın doğal dengesine müdahale etmiş oluyoruz yani ilaç kullanmış oluyoruz.
Gelgelelim ne yaparsak yapalım orman hayatı bir türlü dizginlenemiyor. Adeta Şükrü beyin dediği gibi ilaç tedavisi, yani müdahale bazen geçici bir rahatlama sağlamış gibi görünse de bir sonraki ataklar için bizi daha zayıf düşürüyor. Çünkü zihin, yani ormanın doktoru şöyle diyor: Bu daha önce olmuştu ben bazı ilaçlar verdim ama yine oluyor, demekki bu ilaç fayda etmiyor. Şimdi ne yapacağım hangi ilacı kullanacağım?
Bazen güzel anlar da oluyor. Biz hiç de ormanla ilgilenmiyorken güneş çıkıyor, kendiliğinden çiçekler açıyor, içimizi huzur kaplıyor. Ama bu genellikle kısa sürüyor, ne olduğunu anlamadan orman bize kötü yüzünü göstermeye devam ediyor, bizi korku ve çaresizlik çukuruna çekiyor.
Şimdi bir grupla ormanda bir günlük gezintiye çıkalım: Sabah herşey güzel başlıyor, hava güzel, güneş doğuyor. Sonra ilerliyoruz, büyük ulu bir ağacın altında bir hayvan ölmüş yatıyor. Leş kokusu her yanı kaplamış. Kurtlar, böcekler, leş yiyiciler ölmüş bir hayvanı delik deşik ediyor. Oradan uzaklaşıyoruz, bir pınara ulaşıyoruz, orada biraz su içiyoruz, dinleniyoruz. Derken hava kötüleşiyor, yağmur ardından dolu başlıyor. Korunaklı bir yere kaçana kadar bir hayli ıslanıyoruz, üşüyoruz. Derken yağmur kesiliyor, ateş yakıp ısınıyoruz. Bu sırada bir yaban domuzu üzerimize doğru koşuyor. Telaşlanıyoruz, onu korkutup uzaklaştırıyoruz. Gün sona eriyor geri dönüyoruz.
Gezinin sonunda birinci grup şöyle diyor: Berbat bir gündü. Kokuşmuş hayvanlar, iğrenç yaratıklar gördük, sucuk gibi ıslandık, vahşi hayvanların saldırısına uğradık. Orman belki güzel olabilir ama kokuşmuş hayvanlar mutlaka toplanmalı ve gömülmeli. Ani yağmur tehlikesine karşı korunaklar yapılmalı. Yaban domuzları çok sayıda ve belli ki aç. Sayıları mutlaka kontrol altına alınmalı
Bu grup ormanı kendi doğrularıyla, kendi kurallarıyla, bazen zor kullanarak yola getirmek isteyen gruptur. İç dünyasına yapacağı yolculukta hoşlanmadığı özelliklerini yola getirmeye, dizginlemeye uğraşır durur. Tabii genellikle hayal kırıklığına uğrar; ne kokuşmuş hayvanlar toplamakla biter ne de domuzlar. Örneğin hiddetini görür ve bu hiddeti yok edeceğim der. Kurallar koyar yeminler eder. Ne var ki, gün olur hiddet yine hortlar. Hedef ulaşılamayan şey olur, didişme, çatışma sürer gider.
İkinci grup söyle diyor: Harika bir gün geçirdik. Güneş parlıyordu, buz gibi bir pınardan su içtik, ateş yakıp ısındık, yağmur bile harikaydı. Bir daha gitmek ister miyim? Şey, bilmem ki, yani bazı tatsız şeyler de olmadı değil. Belki ormanın bir bölümünü çit ile kapatabiliriz. Bu bölümü çimledirebilir, güzel çiçekler ekebiliriz, yağmur için korunaklar yapabiliriz. Hem böylece vahşi hayvanların bu bölgeye girmesi de engellenmiş olur.
Bu grup herşeyin iyi yönünü görmeye çalışan gruptur. Kötü şeyleri yok saymaya onları güzel şeylerle örtmeye çalışırlar, kötü düşünceleri kendilerine yakıştıramazlar. Bu yüzden ormanın tamamına girmektense bir köşesinde temiz bir dünya yaratmaya çalışırlar. Derken gün olur domuzun biri veya kokuşmuş bir hayvan çitleri aşıverir. Sevgi dolu olduğu sanılan iç dünya azgınlaşır, kükrer. Hiddet, şiddet, kıskançlık gibi yüzlerini gösterir. Bir süre sonra sakinleşir, bu kez nasıl olup da bu hale geldiğine şaşırır. Kurduğu küçük temiz dünyaya olan güveni sarsılır. Genellikle yarattığı küçük dünyayı gözden geçirme, onarma, daha da güzelleştirme çabasına koyulur; ta ki gelecek fırtınaya kadar
Üçüncü grup ise şöyle der: Değişik bir gün geçirdik. Türlü güzellikler de gördük, midemizi kaldıran görüntülerle de karşılaştık. Buz gibi pınardan su içmek harikaydı ama domuzlar bizi adamakıllı korkuttu doğrusu. Yine gitmek isterim. Çünkü biliyorum ki her gittiğimde yeni maceralarla karşılaşacağım yeni küçük keşifler yapacağım.
Bu grup için orman neyse odur. Ormanı olduğu gibi kabul ederler. İç dünyalarına yaptıkları yolculuklarda güzel duygularının yanında öfke, hiddet ve hırslarını da keşfederler. Ne var ki, “Orman neyse odur” düşüncesi zaman zaman bu grup üyelerini tembelliğe, atıllığa itebilir. Değişim çabalarının kargaşaya sebep olduğunu düşünür, “ben buyum, böyleyim” derler. Böylece ormanı, yani iç dünyalarını durağan kabul ederler ve orman gezilerini azaltırlar ve hatta sona erdirirler. Artık orman gidilip incelenen keşfedilen şey olmaktan çıkmış ve bir kelimeye indirgenmiştir. Oradadır, ne olduğu malumdur ve gerektiğinde kullanılacaktır. Böylece bazen birinci bazen ikinci grup gibi davranmaya başlarlar. Ancak bu kez de bu eski gezilerdeki ışıltının şimdi artık nadiren canlanıp sonra zayıflayan cılız bir kandile dönüşmüş olması onları mutsuz eder.

Ah Tatil

Tatilden yeni döndüm ve tatile çıkmaya hazırlananlara taze taze tavsiyelerim var. Bu tavsiyeler tatilde mutlaka bir turist götürme niyetinde olanlar için veya her şey dahil otellerde patlayıncaya kadar yeme içme, eller havaya, vur patlasın çal oynasın sevenlere göre değil. Tatilde kafa dinlemek, doğaya yakın olmak, bütün bir sene insana sıkıntı veren şeylerden uzaklaşmak isteyenler için. Bir bakın bakalım belki seversiniz:

Televizyon
Asla seyretmeyin, çok sevdiğiniz diziler, maç, tartışma programı vs dahil. Bütün bir sene televizyon hayatınızın önemli bir bölümünü işgal ediyor. Televizyon, günlük hayatınızdaki sıkıntıların, gerilimlerin bir parçası, hatta sebeplerinden biri; aynı gerilimi kısa tatilinize taşımanın bir anlamı yok değil mi? Televizyondan uzak durmak için kendi içinizde çatışmıyorsanız, sanki televizyon hiç icat edilmemiş gibi ondan uzak durabiliyorsanız, bu maddeden tam puan.

Kitap
Okuduğunuz kitabın türüne ve okuma sürelerinize dikkat edin. Ansiklopedik kitaplardan, araştırma, inceleme kitaplarından, örneğin her türlü tarih, politika, sosyoloji kitabından, uzak durun. İstisnai olarak tarihi önemi olan bir yerdeyseniz bulunduğunuz yerin tarihi ile ilgili kitaplar okuyabilirsiniz ama abartmadan. Ivır zıvır, kafa gıdıklayıcı, vakit geçirme kitaplarından uzak durun. Bunun televizyon seyretmekten farkı yok. Tatilde tuğla gibi romanlar da okumayın. Sabahtan akşama kadar hamakta kaykılıp kitap okuyan tiplerden olmayın; tatil dönüşü edebiyat eleştirmeni olmayı düşünmüyorsunuz değil mi? İyi de birader ne okuyalım, oturup sudoku mu çözelim diyorsanız tavsiyem şu: Beş on sayfa okuduktan sonra kitabın yaprakları kapatıp kendi iç aleminize kısa yolculuklar yapıyorsanız doğru yoldasınız. Bu ara yolculukların süresi ne kadar uzunsa (ve tabii, bu durumda kitap okuma süreniz ne kadar kısaysa) o kadar iyidir.

Muhabbet
Kural yine aynı ve çok basit: Şehirde yapmak durumunda olduğunuz sohbetlerin hiçbirini yapmayın. Yani politika, tarih, edebiyat, sanat, ekonomi, vatan millet, maç, jant kapakları, bilgisayar modelleri, her türlü televizyon dizisi ve belgesel, magazin haberlerinin ne kadar seviyesiz olduğu, biz adam olmayız geyikleri, birden zengin olan adamların hayatı, iş hayatı muhabbeti yapılan ortamlardan uzak durmaya bakın. Hele hele emlak vergisinin son taksidi bu ay mıydı, gelecek ay mıydı gibi tartışmaların yapıldığı yerlerden hemen savuşun. Uzak duramıyorsanız konuyu kapatmayı deneyin. Uzak duramıyor ve hem de konuyu kapatamıyorsanız ayvayı yediniz. Tatil boyunca şehirdesiniz demektir yani aslında tatil yapmıyorsunuz. Yetmez gibi muhabbete katılmadığınız için asosyal, içine kapanık olarak damgalanacaksınız. Peki ya ne mi konuşacaksınız? Aklınıza yukardaki konulardan başka bir şey gelmiyor mu? Yaşlı teyzeye kabak çiçeği dolmasını nasıl yaptığını sorun, tatil yörelerinde insanların kışın ne yaptığını, sıkılıp sıkılmadığını sorun, bulduğu yavru kediyi eve götürmek isteyen kız çocuğuna bunun neden doğru olmadığını anlatın, tanıştığınız turistin dinlediği müzik hakkında konuşun, çocuklara adını yaşını sorun. Bir başlayın daha ne muhabbetler açılacak

Gazete & Internet
Çok sık yapılan bir hata tatilde gazete, dergi okumaktır. Zinhar yasak. Şehir hayatında yapmakta olduğumuz şeylerden uzak duracaktık değil mi? Çamur gibi gazeteyle zihninizi kararttıktan sonra nasıl olacak da tatil ortamına geri döneceksiniz? Aynı sebepten internete de girmeyin. E-postalarınıza bakmayın. Çoğu e-posta sisteminin mail gönderen kişiye otomatik cevap yollayan sistemleri var. Ayarlayın, “tatildeyim acilse cepten arayın” diye mesaj göndersin (ama cep telefonunuzu yazmayın ki cesaret vermesin). Bilgisayar oyunlarının yanından bile geçmeyin.

Kısık gözlerle ufka bakmak
İbadullah serbest. Gece plaja gidip dalgaları dinlemek, yıldızlara bakmak ağaçların arasında yürürken sürekli 90 derece yukarı bakmak (dikkat ağaçlara toslamadan), bulutlara bakmak, hergün öten baykuşu dinlemek, çıplak ayakla ormanda yürümeyi denemek de serbest. Her türlü spor sınırsız serbest. Müzik dinleyebilirsiniz ama sessizlik daha iyi. Yukardaki kurallara uydukça bol bol yeni insanlarla tanışmak, sohbet etmek de serbest. Her türlü hayvanla ilgilenmek oynamak, beslemek sınırsız serbest. Kendi hakkınızda düşünmeniz, kendiniz seyretmeniz ama eleştirmeden, pişmanlık duymadan sadece öylece kendinizi izlemeniz ultra serbest.

Giyim, kuşam
Öyle Lacoste dükkanından fırlamış gibi dolaşmayın, biraz salaş olun ki insanlar size kendini yakın hissetsin. Şehre dönünce savaş kıyafetlerinizi gene kuşanacaksınız nasıl olsa. Lekeli şort, tişörtlerle gezin, eski şıpıdık terlik giyin. Üç aylık bebekler gibi bembeyaz, tertemiz, pamuklara sarılı gezmeyin. Bir köpeğe dokundunuz diye hemen çeşme aramayın. Yere düşen üzümü atın ağzınıza yiyin gitsin. Bir iki hafta tatiliniz var, hijyen saplantınızı bir kenara atın. Çocukken böyle miydiniz? Bir şey olmaz korkmayın.

Yeme, içme
Bütçeniz dahilinde, abartmadan ama mutlaka deniz kenarında yörenin tanınmış basit lokantasında balık yiyin. Diğer öğünleri fasulya, pilav karpuz gibi basit yemeklerle geçiştirin. Çok içki içme eğiliminiz varsa bunun iki sebebi olabilir. Ya alışkanlığınız vardır ya da zihninizi gündelik dertlerden sıkıntılardan koparmak istiyorsunuzdur. Birinci sebep yüzünden çok içiyorsanız onun çözümü bu yazının kapsamında değil. İkinci sebepten dolayı çok içme eğiliminiz varsa, bu yazıdaki maddeleri uygularsanız zaten ihtiyacınız kalmayacaktır; netice çok içmeyin.

Ülkeler, hatıralar

Bu güne kadar iyi-kötü biraz memleket gördüm. Genellikle bir iki haftalık iş gezileriydi bunlar. Yine de bulunduğum ülkenin insanlarını, doğal güzellikleri, yemeklerini, kültürünü, kokusunu, dokusunu hissetmeye çalıştım kendimce. İşte şimdiye kadar bulunduğum ülkelere ait kısa manzaralar:

Bulgaristan:
İlk gidişim, daha doğrusu geçişim demek lazım, lise son yılları falandı galiba, demek 1984-1985 yılları. Otobüsle Fransa' ya giderken transit geçmiştik. O yıllarda Türkiye' den daha fakirdi. Mola verdiğimiz yerlerde bizden Coca Cola isteyen dilenci kadınlar kalmış aklımda; çok şaşırmıştım.

Yıllar sonra iş için Haskovo' ya ve Plovdiv' e gittim, 2002 falan olması lazım. Bu ülkede boya fabrikası kurmak lazım diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bütün duvarların boyası dökülmüş, ve metal olan her şey paslıydı. Bir de ilginç trafik kuralları aklımda kalmış. Örneğin otoban benzeri bir yolda gidiyorsunuz, dümdüz yolda hiçbir kavşak, trafik ışığı, yaya geçidi yokken birden hız limitinin 30 km ye düştüğünü gösteren bir trafik işareti görüyorsunuz. Tabii hop; şöför 30 km ye düşüyor, 500 m bu hızda gidiyorsunuz, sonra yine köklüyor şöför. İşareti görmeyenleri 100 m ötede trafik polisi bağrına basıyor. O yıllarda Bulgaristan Türkiye Avrupa arasında geçiş ülkesi olarak görülüyordu. Polise ceza kaptırmadan ülkeyi geçebilen pek yoktu.

2007 de aynı yerlere tekrar gittim. Çoğu bina boyanmış, paslı demirler azalmış. Komünizm rejiminin yıllar boyu yarattığı umutsuzluğun, güvensizliğin, değersizliğin izleri zaman zaman hâlâ hissediliyor. İstanbul' dan kara yolu ile Bulgaristan' a girdiğinizde bizim ülkemiz hâlâ daha zengin daha modern görünüyor. Aynı şeyi onlar da kabul ediyor, Istanbul' a Türkiye' ye gıpta edenler var. Yine de insanın içini bir şeyler buruyor: Avrupa birliğine girdiler, henüz pek farkında değiller ama kısa zamanda modernleşecekler, komünizm döneminin acı anıları eskide kalacak ve yeni nesil kendine daha çok güveniyor olacak ve galiba yakın bir gelecekte Türkiye' ye gıpta etmelerine gerek kalmayacak.

Yunanistan
Selanik' te bulundum. Ama kendimi pek yurt dışında hissettiğim söylenemez. Yunanlıların Ege insanından hiçbir farkı yok. Yaşı tutanlar İzmir Kordonboyu' nun eski halini bilir; Selanik' te neredeyse tıpatıp aynısı var sadece güneş farklı açıdan batıyor. Bazı restorantlar beklemediğim kadar pahallıydı ama yine de doluydu. Avrupa Birliğinden sonra refahın, gelir düzeyinin adamakıllı arttığını duymuştum zaten.


Makedonya
2002 yılında Kavadarçi' ye iş için kısa bir ziyaretim olmuştu. Giderken Vardar nehrinin yanından geçmiştik. Kavadarçi' de küçük bir dere vardı adı "Deli Fatma" gibi bir şeydi. Daha başka bir alay benzer kelimelerimiz var. Yine bir Türkiye hayranlığı sezmiş ve şaşırmıştım. "Deli Fatma" nın kıyısında bir bara gitmiştik benim Türk olduğumu anlayınca jest olsun diye Tarkan çalmışlardı; meğer orda çok gözdeymiş. İnsanlar iyi ve kibardı. Üsküp' te sadece havaalanını gördüm. Bana çocukluğumun İzmir havaalanını anımsatmıştı. Hiçbir elektronik sistem yok, omuz atarak sıraya kaynak vs vs.

Romanya
Ablamın Romanya’ da çalışması vesilesiyle Budapeşte ve Braşov’ a kısa bir ziyaret yaptık. Budapeşte çok ilginç bir yer değil. Avrupa’ da görmediğim yer kalmasın diyenlerin son gittiği yerlerden biri diye şakalaşanlar vardı. Braşov da eski şehir merkezi, dağlar, doğa çok güzel. Bizim gittiğimiz zaman Avrupa Birliğine henüz girmemişlerdi, Türklere vize gerekmiyordu.


İtalya
1984 - 85 yılları olması lazım halk oyunları için Fransa' ya giderken geçmiştik. Giderken Venedik' te, dönüşte Milano' da birer gün gezmiştik. Venedik' i anlatmaya gerek yok. Milano' da çok etkileyici devasa bir katedral gezmiştik. İtalyanlar biraraya geldiklerinde aynı anda konuşuyorlar ve problemsiz anlaşıyorlar.

Fransa
1984 - 85 yılları halk oyunları festivali için iki kez gitmiştik. Giderken Cannes' te denize girmiştik ve büyük hayal kırıklığına uğramıştım; daha o yıllarda deniz inanılmayacak kadar kirliydi. Halk oyunları için güney kıyısındaki dağ köylerinde gezmiştik. İnanılmaz doğal güzelliklerle dolu yerler. Dağ köylerinin planlaması, evler, mimari son derece estetik ve doğayla uyumlu; doğayı seyretmek kadar zevkli. Dönüş yolunda ben bizim grubu bırakıp bir hafta Paris' te kalmıştım. Ucuz olsun diye içinde punkların falan da olduğu sekiz on kişi ile aynı odayı paylaşmıştım. Önce biraz tedirgin olmuştum ama sonra hoşuma gitmişti. Şehri ucuz gezmek için haftalık metro bileti almıştım, yemek olarak da parça pizza falan takılıyordum. Bizim otel takımına anlatınca "vaay aramızda zengin çocuğu var" demişlerdi. Meğer onlar otostop ve süper market yemekleri ile idare ediyorlarmış. Tabii ben de hemen uyum sağladım. Matrak bir Alman vardı. Her sene değişik tatiller yapıyormuş, her şeyi deniyormuş. Parası yetmediği için otelden atılınca otelin önüne küçük bir kamp kurdu. Tabii bütün takım otelin önünde onunla takılmaya başlayınca tuhaf bir durum olmuştu. Laf dönüp dolaşıp "Midnight Express" filmine geldi. Ben filmi seyretmediğim halde "bu film Yunanlılar tarafından desteklenen, gerçeklerle âlâkası olmayan, taraflı, abartılı ve aptalca" falan diye atıp tutmuştum. Tabii "ha, hu iyi" falan deyip konuyu kapattılar. O zamanlar film Türkiye' de yasaktı. Paris' te dolaşırken bir baktım sinemanın birinde oynuyor. Girdim, izledim; "valla fena film değilmiş yahu" diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Belçika
1988 – 1989 yıllarında gitmiştim. Ülkede üç farklı dil konuşulması tuhaf gelmişti. Bize okullarda ülkelerde dil birliği olmalı falan diye öğretmişlerdi; şaşırmıştım. Hani şu köfteci dükkanlarında falan gördüğümüz pipisinden su akan çocuk heykeli meğer Brüksel’ deymiş. Müthiş reklamını yapmışlar, ben 3-4 metrelik devasa bir şey beklerken sokak arasında, 50 santimlik küçük bronz bir heykel çıktı.

Almanya
Hızlı ve zamanında trenler, kusursuz altyapı, sanayi kenti Almanya. İş amaçlı kısa kısa bir çok ziyaret yaptım. Malum, ortalama hayat düzeyi oldukça yüksek, insanlar ileri bir hayat standardında yaşıyor ama teknoloji insanları biraz mekanikleştirmiş galiba. Son gitiğimde, şirkette bir bilgisayara bir şeyler yüklüyordum ama kullanıcısı ortalarda yoktu. Laf olsun diye nerede olduğunu sordum, üç yıl sonra gelecek dediler. Bilin bakalım neymiş: Doğum izni, evet Almanya’ da doğum izni üç yıl, maaşını da tıkır tıkır alıyorsun. Teorik olarak üç yılda bir çocuk yapıp 9-12 yıl işe gitmemek mümkün. Çocuk sahibi olmak isteyenler için daha bir alay teşvik var ama genç nüfus her sene azalıyormuş. İstatistik hesabı yapmışlar; böyle giderse ikibinbilmemkaç yılında hiç doğum olmayacakmış.

Hollanda
Amsterdam’ da 2000 yılından önce olmalı, 3-4 gece geçirmiştim. Eski ve güzel bir şehir. Venedik gibi şehrin içinde kanallar ve tekne turları var. Amsterdam şehir merkezi kot olarak deniz seviyesinin altında. Müthiş bir yatırım yapmışlar ve sürekli olarak binlerce motor biriken suyu setlerin dışına boşaltıyormuş. Elektrik uzun süre kesilecek olursa bütün şehir su altında kalırmış. Örneğin araba küçük bir nehrin üzerinden geçerken önce nehir gözükmüyor sonra yol yükseliyor bir köprünün üzerinden geçiyorsunuz daha sonra yol tekrar su seviyesinin altında kalıyor. Bazı bar-kafelerin zemin katı toprak ve sürekli hafif çamurlu.

Amsterdam’da mariuana satışı serbest, dükkanlarda fiş kesip satıyorlar. Ama özgürlük, serbestlik derken kantarın topuzu biraz kaçırmışlar. Her taraf mariuana kokuyor, ki pek hoş bir koku değil. Diğer uyuşturucular hesapta yasak ama adım başı birileri satmaya çalışıyor. Biri bana yapıştı önce anlamadım “yok ben kiralık bisiklet bakıyorum” falan dedim, adamdan kurtuluncaya kadar akla karayı seçtim. Seks özgürlüğü konusunda da bir zıvanadan çıkma durumu var. Batakhane bölgesi yer yer kesif çiş kokuyor, ilerleyen saatlerde anıranlar, kusanlar, ne ararsan.

Benim bulunduğum zaman lale mevsimiymiş, trenle 2 saat mesafedeymiş ufukla birleşen lale bahçeleri var dediler, maalesef bizim grubu ikna etmek mümkün olmadı.

Akşam şans eseri yaş ortalaması 40-45 olan çok sıkı bir rock grubunun çaldığı bara gittik. Çok iyi müzik yaptılar. Bana bir homoseksüel askıntı oldu (bendeki şansa bakın), neyse ki hasarsız kurtuldum.

Polonya
2003 yılı olmalı, guneyde Lejaysk diye bir kasabaya gitmiştim. Kasabada üç dört tane restorant vardı, hiç biri İngilizce bilmiyor, İngilizce menü de yok, biraz zorlanmıştık. Geçim sıkıntısında şikayet ediyorlardı. Zaten çoğu İngiltere’ de işçi olarak çalışmaya gidiyormuş. Amerika’ da bir eyalette (ismini unuttum) Varşova’ dakinden daha fazla Polonyalı varmış. Yine de Türkiye’ ye göre çok daha temiz ve düzenliydi.

Varşova’ da Madam Curie nin müzesine gitmiştim. Sade basit bir yerdi. Nasıl olsa tekrar geleceğim deyip Krakov yakınındaki Auschwitz toplama kampına gitmedim. Oysa bir daha gidemedim. Çok zevkli bir ziyaret olmayacaktı kuşkusuz ama yine de gitmediğime pişmanım.


İngiltere
Herhalde gelişmiş ülkeler arasında en sevdiğim ülke. Herzamanki gibi gezilerim iş amaçlı olduğundan hafta içi Londra’ nın dışında bulunuyorum. Ama fırsat bulduğumda mutlaka Londra’ da bir iki gece geçiriyorum. En sevdiğim yerler müzeler; Bilim ve Teknoloji Müzesi, Doğal Hayat Müzesi, Havacılık ve Savaş Müzesi, Churchill Savaş Merkezi Müzesi, HMS Belfast (Thames’e demirli II Dünya savaşı gemisi) Müzesi, üstelik çoğuna giriş ücretsiz. Zamanında bütün dünyayı sömürmüşler ama geçmişlerine sahip çıkmayı, geçmiş değerleri korumayı da bilmişler doğrusu. İzmir’ de hat sanatı uzmanı biri anlatmıştı. Zamanında Türkiye’ deki birçok değerli hat eserinin İngiltere’ ye kaçırılmış olmasına çok içerlermiş. Sonra bir ara İngiltere müzelerinde bu eserleri izleme fırsatı bulmuş. O zaman fikrinin değiştiğini söylemişti. Çünkü biz asla bu kadar iyi koruyamazdık demişti. Zaten onlar sömürge ülkeleri sömürdüklerini değil medeniyet getirdiklerini düşünüyorlar. Zimbabve’ de doğmuş İngiliz bir arkadaşım var. Ataları sömürge döneminde Zimbabve’ ye gelmiş ve yerleşmiş. İngiltere’ nin sömürgesi karşısında yerel halktan tepki alıp almadıklarını sormuştum. “O zamanlar Zimbabve’ deki yerliler değil maden işlemeyi madenin ne olduğunu bile bilmezdi. Hepsini biz öğrettik” demişti.

İngiltere’ de mimari, sokaklar, bit pazarları, parklar, kafelerdeki atmosfer de çok güzel.

Amerika
Amerika’ da bazı şeyler var ki empati yapıp anlamaya çalışmak çok zor. Liste başını yaya yolları alıyor. Şöyle bir senaryo düşünün: Orta büyüklükte bir kasabanın merkezinde yaşıyorsunuz, o gün evden çıkıyorsunuz ve 500 metre ilerdeki bir arkadaşınızın evine gideceksiniz veya evinizin karşısındaki bir alışveriş merkezine. Tabii Amerika’ da olduğunuz için müstakil bir evde yaşıyorsunuz ve en az bir arabanız var. Ama bugün hava güzel ve yürümek istiyorsunuz, öyle mi? Kusura bakmayın ama bu pek mümkün değil. Neden mi? Çünkü yaya yolu yok, araç yolu biter bitmez genellikle çim bir yükselti başlıyor. Çünkü Amerika’ da kasabalar planlanırken sakatlar, körler düşünülüyor fakat yayalar düşünülmüyor. Neden mi? Çünkü böyle bir talep yok. İster inanın ister inanmayın, hiç abartmıyorum. İki üç hafta kalıp hiç yürüyen (sıfır) insan görmediğimi biliyorum. Tabii inat edip çim yükseltiden yamuk yılık yürüyebilirsiniz, peki ama karşıya nasıl geçeceksiniz? Yol 5-6 şerit, vızır vızır ve hiç bir yerde yayalar için trafik ışığı yok. Tekrar hatırlatayım; unutulmamış, sadece gerek görülmediği için yapılmamış. Bu arada yürürken devriye polise denk gelirseniz şöyle bir yoklanacağınızdan şüpheniz olmasın.

Amerika’ da ayrıca yaygın bir güvenlik takıntısı var. Bir çeşit paranoya olmuş; kamyon denebilecek büyüklükte binek arabaları, sadece ehliyet göstererek herhangi bir süpermarketten istediğiniz silahı alabilme, abartılı güvenlik tedbirleri hatta çok yaygın olan obezite sürekli olarak kendini daha emniyetli bir ortamda bulunma paranoyasının ürünleri diye düşünüyorum.

Televizyon müthiş paralize edici, reklam görmeden 5 dakika geçmesi imkansız gibi ve tahminimce çok seyrediliyor. Kollektif olarak negatif bir etki yaptığını düşünüyorum.

İş hayatında her ne kadar öyle değilmiş gibi gözükse de yaratıcılığa, yeni fikirlere yer yok. Daha ziyade söyleneni, görevini yap ötesine karışma tarzı bir yaklaşım var. Ne olacak ki, gözlerimi kaparım vazifemi yaparım demeyin. Çünkü aynı zamanda yapmanız beklenen görev her zaman bir sis perdesinin ardında, açık ve net bir şekilde tanımlanmıyor. Bu yönetime her türlü manipulasyon için güç veriyor ama diğer taraftan, eger yönetici değilseniz bazen sizden bekleneni tam olarak yapmamış olmakla, bazen de haddiniz olmayan işlere burnunuzu sokmakla kolaylıkla itham edilebiliyorsunuz. Yönetim kademesine icra kademesine nazaran çok daha fazla önem veriyorlar. Detaylar için Dilbert kitaplarını okuyabilirsiniz.

Amerikalıların güzel özellikleri de var. Her karşılaştıkları insana selam veriyorlar, hâl hatır soruyorlar. Şirketteki bazı arkadaşlarım ilk karşılaşmamızda bana sarılıyor. Bazen yapmacık ve otomatizma ile yapılıyormuş gibi görünse de çok güzel bir alışkanlık. Genellikle sıcakkanlılar, konuşmayı, muhabbeti çok seviyorlar.

Hindistan
Maalesef çok şey yazamayacağım. Çünkü sadece 5-6 gün kalabildim. 2002 yılı falan olması lazım Madras’ a iş ziyareti yapmıştık. Oradan trenle Kuzeyde Guntur diye küçük bir kasabaya gittik. Yaklaşık 6-7 saat falan sürüyor. İki gün sonra aynı yolu araba ile döndük. Hindistan ile ilgili en çarpıcı anım bu araba yolculuğu galiba. Birkaç örnek vereyim: Yol genellikle tek gidiş tek geliş ve müthiş bir kamyon trafiği var. Bizim şöför solluyor ama kamyonlar tren gibi araya girmek mümkün değil, karşıdan gelen araba yaklaşıyor, yaklaşıyor. Hınk, amanın yapamayacağız çarpacağız. Hop, şöför bir kez daha solluyor. Tabii yol bittiği için yolun dışına, toprak sahaya çıkıyoruz. Toz duman gürültü derken karşıdan gelen trafik bitiyor. Bizim şöför tekrar sollama şeridine giriyor, basıyor, basıyor, nihayet kamyonlar bitiyor, tekrar kendi şeridimize dönüyoruz.

Yol genellikle böyle tek gidiş, tek geliş. Arada otobana çıkılıyor, otoban dediğin iki gidiş iki geliş İzmir’ deki Aliağa yolu gibi bir şey. Otobana giriyorsuz, hızlı şeritten basıyorsunuz, az sonra bilin bakalım ne oluyor? Tam karşınızdan, sizin şeritten döküntü bir traktör veya at arabası geliyor. Tabii şoförümüz alışık olduğu için karşı aracı yalayarak yanından geçip devam ediyor. Ve bu dediğim 15-20 dakikada bir tekrar ediyor. Şoföre sordum; tâli yoldan gelenlerin karşı yola geçmeleri için kullanacakları göbek çok ilerdeymiş gitmeye üşenip ters şeride giriyorlarmış. Yollar öyle tehlikeliymiş ki bizim bıçkın şoför bile gece yola çıkmazmış.

Bir kamyonun arkasında “Lütfen kornaya basın” yazıyordu. Komiklik olsun diye yazmışlar zannettim yanımdakilere falan gösterdim, kimse ne demek istediğimi anlamadı, sonra farkettim ki bütün kamyonların arkasında aynı şey yazıyormuş. Evet Hindistan’ da bütün kamyonların arkasında “Lütfen kornaya basın” yazıyor. Hem ilginç hem komik değil mi?

Hindistan’ da İngilizce konuşulma oranı çok yüksek. Yoldaki hammallar bile konuşabiliyor. Bunun iki sebebi varmış; biri malum İngiltere sömürge yılları, diğeri sayıları tam hatırlayamıyorum ama Hindistan’ da yüzün üzerinde resmi, beşyüzün üzerinde gayri resmi dil olması. Yani kendi aralarında anlaşmakta da zorluk çekebiliyorlar. Bu yüzden İngilizce ortak dil gibi bir şey olmuş. Örneğin bir yazılım firmasını ziyaret etmiştik. Yukarda bahsettiğim sebepten dolayı şirket içinde İngilizce konuşuluyordu. Bu arada Hindistan’ daki yazılım iş kolunun büyüklüğü ile ilgili kısa bir bilgi vereyim: Bizim gittiğimiz şirkette 12.000 kişi çalışıyordu ve Hindistan’ ın en büyüğü değilmiş. Hindistan’ ın en büyüğünde 25.000 kişi çalışıyormuş.

Umarım tekrar gitme fırsatı bulur ve Hindistan’ ı daha iyi tanıyabilirim.

Çin
2002-2003 yıllarınde birkaç defa güneyde Yunnan bölgesinde Kunming’ de bulundum. Arada hafta sonuna denk getirip Pekin ve Şangay’ ı da gördüm. Çin deyince aklıma gri rengi geliyor, sanki siyah beyaz bir ortamda yaşıyormuşsunuz gibi. İnsanların yüzünde bir bezginlik okunuyor, biraz da robotlaşma durumu var. Sanki tarih boyunca çektikleri çilelerden yılmışlar, sinmişler gibi. Ama gelin görün ki, bu iş hayatlarına yansımıyor. Hayat şartlarının onca çetin, ücretlerin onca düşük olmasına rağmen arı gibi çalışıyorlar ve asıl şaşırtıcı olanı kalite gayet iyi, patronlar için cennet olmalı

Çin’ de yabancı olarak bulunmak oldukça zor. Çünkü İngilizce bilme oranı çok düşük. Şangay’ da bazı merkezi turisitik dükkanlarda bile Hello deyince yüzünüze saf saf bakıyorlar. Restorantlarda da durum aynı ingilizce bilen olmadığı gibi mönüler de Çince. Hiç olmazsa yemeklerin resmi olsa; o da yok.

Lisan konusuna birçok kez şöyle ilginç bir şey yaşadım: Örneğin iyi bir dükkana veya restoranta gittiniz ve (benim gibi) Çinlilere hiç benzemiyorsunuz . İyi giyimli düzgün bir görevli yanınıza yaklaşıyor ve motor gibi Çince konuşuyor. İnginilizce anlamayacaklarını bildiğimizden el hareketleri ile no falan diyerek Çince bimediğimizi anlatmaya çalışıyoruz. Görevli bize şöyle “ha öyle mi” der gibi bakıyor, sonra motor gibi Çinceye devam ediyor. Arkadaşlarla şakalaşıyorduk, herhalde Çinliler zihin özürlü olmayan her yetişkinin Çince konuştuğunu sanıyor demiştik. Kimbilir belki gerçek payı vardır, onca yıl dış dünyaya kapalı bir hayat sürdüklerini hesaba katarsak...

Tayland
En sevdiğimi en sona bıraktım. Galiba 1999-2003 yılları arasında 7-8 defa kuzeyde, Chiang Mai’ ya gitme fırsatı buldum. Bankok’ a da birkaç defa günlük ziyaretler yaptım. Nereden başlasam? En güzel özelliklerinden biri güler yüzlü insanlar. Yapmacık değil, bu kültürlerinin bir parçası çok nazik ve güler yüzlüler. İlk gidişimi hatırlıyorum, Gece Pazarı dedikleri bir yere gitmiştim. 5-6 metrekarelik dükkanlarda hatta yerde açtığı tezgahlarda hediyelik eşya satan yüzlerce satıcı, müthiş bir kalabalık. Tamam dedim, şimdi bu satıcılar beni parçalayacak. Gardımı aldım daldım dükkanların arasına. Aradan 5-10 dakika geçti, sataşan eden yok. Demek ki diye düşündüm, polis bunları sıkı denetim altına almış, göz açtırmıyor. Az sonra anladım ki hiçbiri doğru değil. Kültürleri, hayata bakış şekilleri gereği sizi rahatsız etmiyorlar. Ayrıca basit bir hayat sürüyorlar, hayatı olduğu şekilde kabul ediyorlar ve bu yüzden asla azgınlık, taşkınlık yapmıyorlar. Giyip, kuşam gösteriş dertleri yok, herkes şıpıdık terlik, şort, tişörtle geziyor. Aynı zamanda çok höşgörülüler. Bir belgeselde seyretmiştim, adamın biri bir dağ köyünden boksör olacağım diye Bankok’ a gidiyor. Gerçekten de başarılı bir boksör oluyor madalyalar kazanıyor. Sonra kazandığı paralarla ne yapıyor dersiniz? Cinsiyet değiştirip kadın oluyor. Yıllar sonra köyüne dönmeye karar veriyor. Babasını yıllardır görmemiş, nasıl bir tepki alacağını bilemiyor. Babası önce biraz şaşırıyor sonra tüm aile bağrına basıyor. O bizim evladımız diyorlar, biz onu her durumda severiz. Bir köy hayatı için inanılmaz bir hoşgörü.

Taylandlılar doğa hayatına da çok saygılılar. Ülkenin başında çok sevdikleri bir kralları var. Bu koskoca kral alem ne der diye düşünmemiş ve ne yapmış biliyor musunuz? Sokak köpeklerinin öldürülmesini yasaklamış. Krala karşı çok saygılı oldukları için herkes kurala uyuyor. Sokak köpecikleri sıcaktan perişan biraz hastalıklı görünse de hayatta olmanın keyfini yaşıyor. Doğaya saygı ile ilgili bir hikaye de ağaçlarla ilgili: Yıllar önce şimdi adını hatırlayamayacağım, aralarında 25-30 km mesafe olan iki kasabanın yöneticileri birbirlerini çok severmiş ve fırsat buldukça birbirlerini ziyaret ederlermiş. Bakmışlar bu sıcakta bu mesafeyi almak çok zor oluyor, gölge yapması için yolun iki yanını ağaçlandırmışlar. Gelgelelim 8-10 yıl önce yol genişletme çalışmaları yüzünde ağaçları kesmeye kalkmışlar. Bunun üzerine tanınmış bir Budist rahip üşenmemiş yol üzerindeki bütün ağaçları tek tek vaftiz etmiş. Yani onları Budist rahip haline getirmiş. Bunun işareti olarak da hepsinin gövdesine ince bir kumaş bağlamış. Ne mi olmuş? Kim bir budist rahibin canını alabilir. Şimdi otoban başka bir güzergahtan geçiyor. Bu ağaçlar günümüzde koca gövdeleri, devasa boyları ile birer abide gibi yaşamaya devam ediyorlar. Kutsal günlerde hala bazılarının gövdelerine eşarp bağlıyorlar. Orada yaşayan Amerikalı bir arkadaşım vardı. Her gün rahiplerin arasından geçip işe gitmek harika bir duygu derdi.

Taylandlıların bu güzel özelliklere sahip olmasında Budizmin payını gözardı etmemek lazım. Budizm batı dinlerinden farklı olarak ilahi bir mekanizmadan gelen tartışılmaz emirlere uymak yerine, aydınlanmak için insanın kendi içine dönmesine, meditasyon yapması gerektiğine inanıyor. Din kitapları genellikle meditasyon tekniklerini anlatıyor. Ayrıca Taylandlılar kendilerini Budizimin en iyi uygulayacısı olarak görüyorlar. Budizimi bir dinden ziyade bir hayat felsefesi olarak kabul ediyorlar, Budist olmak istiyorsanız mevcut dininizi terketmeniz gerekmiyor diyorlar. Budistler tekrardoğuşa inanıyorlar. Büyük bir işe kalkışıp da başarısız olduklarında birbirleriyle “Gelecek hayatta görüşürüz” diye şakalaşıyorlar.

Taylandlılar yeni yılı Nisan ayında kutluyor. Kutlamalar dört gün sürüyor. Bir ziyaretimde dördüncü günde orada olmayı başarmıştım. Hemen sokağa fırladım, kutlamalarda en çok yapılan şey herkesin birbirine su atması, ıslatması. Zaten çok sıcak olduğu için problem olmuyor. Her konuda olduğu gibi bu işte de taşkınlık yapmıyorlar. Size su atmak isteyenlere gülümseyerek istemediğiniz anlamında elinizi kaldırdığınızda sadece elinize biraz su döküyorlar. Tabii tüm bu anlattıklarımın istisnaları var, özellikle Bankok gibi büyük sehirlerde.

Tayland’ ın seks cenneti olduğu konusundaki yaygın inanışın abartılı ve çarpıtılmış olduğunu düşünüyorum. Belki hoşgörü faktörünün bir miktar etkisi olmuş olabilir, fakat benim gördüğüm, hissettiğim kadarıyla Tayland’ da kültüründe tek başına seksin kesinlikle yeri yok. Bana göre Tayland’ ın adını böyle kötüye çıkaranlar Tayland’ daki hoşgörüyü ve belki biraz da fakirliği istismar ederek azgınlaşan anglo-saksonlardan başkası değil. Avustralya’ dan gelmiş ve üç kimsesiz Tayland’ lı çocuğu evlat edinmiş, kıt kanaat onları okula göndermeye çalışan bir adamla tanıştım. Çabaları beni etkilemişti, nereden laf açıldıysa bu düşüncemin doğru olup olmadığını kendisine sordum. Bana kesinlikle katılmadı ve seks turizimi bu ülkenin hayat damarlarından biridir falan dedi. Bir yıl sonra öğrendim ki evlat edindiği çocuklara cinsel taciz suçundan sınırdışı edilmiş, gazetelere falan çıkmış. Yanlış adama sormuşum galiba değil mi?

Tayland’ ın sıcak, baharatlı yemekler, yüksek nem, araba dumanı, sıcaktan kaynaklanan çürük kokusu karışımı kendine has bir kokusu var. Daha uçağın kapısı açılır açılmaz yüzünüze çarpıyor. Ben bu kokuyu da çok seviyorum, bazıları iğreniyor.

Ne yazık ki oraya gitmemi gerektiren nedenler artık mevcut değil. Bu yüzden ziyaretlerim sona erdi. Oysa ki her zaman sıkılmadan defalarca gidebileceğim harika bir ülke

Tekrar Buluşma Yeri

Bu sabah uyandığınızda içinizde açıklayamadığınız bir huzur, sükunet ve hafiflik hissediyorsanız, örneğin her gün suladığınız çiçeğiniz size daha güzel görünüyorsa ya da tam olarak hatırlayamadığınız hoş bir rüya gördüğünüzü düşünüyorsanız, hatta hâlâ kendinizi o rüyanın içindeymiş gibi hissediyorsanız dikkat edin. Çünkü bugün,daha önceyüzlerce defa geçtiğiniz yolun üzerinde, apartman bloklarının arasına sıkışmış eski küçük bir eve daha önce nasıl olupta farketmediğinize şaşarak bakacaksınız.


Oh, Allah’ ım nasıl da uyumuşum...Saat kaç? Bu gün işe gitmem gerekiyor mu? Yo, bugün tatil. İşte bu harika... Nasıl uykuymuş bu yahu? Güzel rüyalar gördüm galiba... Ama hiçbir şey hatırlamıyorum...Hava kapatmış yine, yağdı yağacak. Belki de ondan iyi uyudum... Yataktan şimdi çıkmazsam, bir daha çıkamayacağım... Yoksa hâlâ uykuda mıyım? Hadi kalk, kalk... Biraz çökelek, zeytin ve domates iyi bir kahvaltı için yeter. Gidip almalı, hem biraz yürüyüş olur. Yağmurda yürümeyi severim... Tanrım ne güzel bir gün!


Yağmurluğumu aldığım iyi oldu, ama o kadar soğuk değilmiş... Biraz fazla giyindik ama idare ederiz. Zaten bugün ne üşüyorum ne terliyorum, ağırlığımı bile hissetmiyorum... Hani soyunsam, hiçbir yağmur tanesi bana değmeyecek gibi...Hastalanıyor olmayayım. Aman dikkat, salgın varmış zira...Şu manolya ağacı ne güzel olmuş... Bir ağaca sevgini nasıl ifade edersin? Kedi olsa alır kucağına seversin; ağaca ne yaparsın? Yaprağını koparmaya kıyamazsın, geçer karşısına bakarsın, susarsın. Anlar mı acaba ağaç seni? Keşke evimin penceresinden bir manolya ağacı görünse... Bugün neye baksam güzel görünüyor. Hele şu çocuklara bak! Manolyalı evin bahçe duvarına dizilmişler. Ne tatlılar. Çocukların saflığından kaynaklanan güzellikleri oluyor. Sonra büyüyoruz, hop iyi ruh gidiveriyor... Şunlarla biraz çene çalmalı, çok şirinler... Şimdiki çocuklar bir başka, ne güzel gülümsüyorlar. İnsanın yüreği taş olsa yufkaya döner. Biz böyle değildik vallahi, herşeyden çekinirdik, tedirgindik... Bu evde mi oturuyorlar acaba? Ne güzel bir evmiş!... Şurdan bin defa geçmişimdir, kafamı çevirip bakmıyorum. Böyle evler kalmadı artık. Devletin de koruyacağı yok, bir yıla kalmaz yerlebir ederler... Eskilerde bir zerafet varmış. Şu ev hem ne kadar sıradan, hem ne kadar ince, naif... Bahçe duvarları neredeyse kaldırımla bir olmuş. Eh, üstüste on kat yol yapılırsa olacağı bu... Bahçe kapısı duvarlardan yüksek. Nasrettin Hoca’ nın türbesine dönmüş. Duvarların üzerinde çocuklar biblo gibi, ne güzel.

Çok gösterişli olmasa da, iyi bir ustanın elinden çıkmış eserler yıllar geçsede değerini kaybetmez, sadece eskir, fiyatını kaybedebilir ama değerini kaybetmez. Tıpkı bu ev gibi

Bahçe kapısından cümle kapısına on adımlık arnavut kaldırımı var. Buradan kimbilir kimler geçti? Hepsinin ayak izi duruyor. Cümle kapısı tamamen açık. Penceredeki tığ işi perde nazlı nazlı salınıyor... Perdeden pek bir şey gözükmüyor. Galiba bir masa var arkada, ahşap. Üstünde sarı ışıklşı pirinç masa lambası... Herşey eski ama oldukça bakımlı görünüyor... İçerde bir adam var eminim... Hay Allah ne yapıyorum ben yahu? İşi gücü bıraktık elalemin evini gözetliyorum... Bir gören olacak, yanliş anlayacak sonra ayıkla pirincin taşını... Evin duvarları yılların yorgunluğuna dayanamamış, yer yer kabarmış. Ama belli ki ilk pes eden olmak istemiyor... Şimdilik dökülmeye niyeti yok. Üst katın kepenkleri kapalı... Bahçede başka ağaçlar da var; yenidünya ve erik. Babaannemin bahçesi de böyleydi. Rüzgar estikçe ağaçların gölgeleri meşe oynadığımız sert toprağın üstünde gider gelirdi.

Küçükken, bir akşam anne ve babam eve dönmede gecikmişti. Hava kararmıştı, evde yalnız bekliyordum. Endişem korku ve paniğe dönmüş nihayetinde pencereye burnumu dayamış, bildiğim duaları peşpeşe sıralıyor, bizim külüstürün farlarının sokağı aydınlatmasını bekliyordum. Nihayet araba sokağın başında görünmüş, bir anda bütün endişelerim korkularım yok oluvermiş içimi sonsuz bir sevinç kaplamıştı...Nasıl oldu, nerden aklıma geldiyse, şimdi bir an o sevince benzer bir duygu doldu içime...

Bu eski ama bakımlı evde esas şaşırtıcı olan, açık duran cümle kapısının üzerindeki siyah üzerine beyaz firça ile yazılmış özenli bir tabeladır



Vay canına! Demek durası bir ev değilmiş... Bir nevi ticarethane. İyi de ne yapıyorlar acaba içerde? Kafeterya, lokanta falan desem... Hiç benzemiyor... Kapı açık ama içerde kimse görünmüyor. Girip sorsam mı acaba? İyi de ne soracağım? “Siz burada ne yapıyorsunuz” diye sorulmaz ki; küçük bir çocuğun orkestra şefine ne yaptığını sorması gibi bie şey... Ben nereye gidiyordum? Ha, sahi çökelek almaya. Nereden takıldım be eve?

Kapıdan girme cesaretini gösterirseniz, ardınıza baktığınızda, bahçede oynayan çocuklar, satıcılar, caddede koşuşturanlar, trafiğin uğultusu, bunların hepsi, sizin bulunmadığınız ve hiç bir zaman ulaşamayacağınız bir zaman ve mekana aitmiş gibi görünür.

Kapının zili yok galiba. Açık kapıya vursam... Bahçe buradan daha güzel görünüyor... Çocuklar bahçeye girmiş. Yuvarlanıp oynuyorlar ama kimse incinmiyor... Şu bahçenin dışındakiler sanki burayı hiç göremiyor. Tıpkı benim bugüne kadar göremediğim gibi. Çığlık atsam beni duyabileceklerini zannetmiyorum... Belki bahçedeki çocuklar duyabilir... Yine garip düşünceler kafamda. Eve gidince aspirin alayım... İki tane... Buraya kadar geldim iki adım atıp gireceğim. Ölüm yok ya ucunda!

Vay canına! Ne kadar huzur dolu! Beklediğimden güzelmiş, hem de sessiz. Ne oldu o caddenin gürültüsüne?... Burada çıt çıkmıyor. Hey! O da kim?... Hay allah, aynaymış. Tam kapının yanında. Çıkarken bakıyorlar herhalde... Eski bir ayna ama yine bir zerafet var. Çerçevesi ahşap ve çok temiz gösteriyor... İyi görünüyorum, kendimi uzun zamandır bu kadar beğenmemiştim... Burası eskiden evin oturma odasıydı herhalde. Eski evlerin çoğunda sokak kapısı oturma odasına açılır. Evin beyi kapıdan girince hemen kendini salonun ortasında buluverir. Çocuklar birden babalarını görür, sevinir... Kapının solunda tahta masa var, üzeri son derece düzenli. Sarı ışıklı masa lambası üstünde, yanık. Diğer tüm duvarlar kitap dolu. Hatta yetmemiş duvardan dikmeler halinde raflar çıkılmış, onlar da tamamen dolu. Kitapların çoğu deri kaplı. Bunlar çok değerli kitaplar ama satılık değil. Ah, evet, orada bir adam var, buranın sahibi. Raftan bir kitap alıyor, kapağını açıyor, sonra birinci sayfasını açıyor. Biraz okuyor, ardından yavaşça kapatıyor. Elindeki beyaz bez parçası ile tozunu alıyor ve özenle yerine koyuyor. Siyah takım elbisesi var, zayıf, kır saçlı ve zinde. Beni farkettiğini biliyorum ama hiç oralı olmuyor. Tıpkı müşterisini rahatsız etmemek için onları kendi halinde bırakan işinin ehli bir tezgahtar gibi. Arkamı dönüp gitsem istifini bozmayacak ama burada olduğum için rahatsız değil.

Evet evet, şimdi herşey anlaşılıyor. Demek bu adamın işi birbirinin izini kaybetmiş eski dostları buluşturmakmış. İsterseniz burada buluşturuyor, veya dışarıda, nerede isterseniz… Peki tüm bunları nereden biliyorum ben? Daha bu adamla hiç konuşmadım ki! Bu evde bir gariplik olduğunu farketmiştim. Hemen çıkmalıyım buradan, hemen!… Adam hâlâ bana bakmıyor… Biraz abartıyorum galiba… Ne yapsam ki?

Evsahibine selam verin. Size nazikçe gülümseyecek, sizi ahşap masanın önündeki üzeri minder kaplı gıcırdayan tahta sandalyeye davet edecek, karşınız oturacak ve birkaç dosyanın ve kalemin itina ile yerleştirildiği masanın üstündeki kösele dosyayı aralayacak, içinden bir boş beyaz kağıt çıkarıp sizi dinleyecektir.

Şey, evet ne söylesem? Kim olabilir? Onu bulabilir mi acaba? Çok uzun zaman oldu. Liseden sonra görüşmedik. Oysa içtiğimiz su ayrı gitmezdi... Daha küçücükken beraber oynardık... Bir metrelik kumdan tepe vardı. İkiye bölünürdük. İki ayrı ordu. Tepeyi fethetmeye çalışırdık. Biz hep aynı ordudan olurduk. Ayırırlarsa oynamazdık ikimiz de. Herkes bildiğinden teklif eden de olmazdı zaten. Şimdi ne yapıyor acaba? Nasıl da ayrı düştük… Bulabileceğini söylüyor. Kendinden emin. Onunla ilgili bilgiler soruyor. Söylerim tabii. Adı, soyadı, en son nerede gördüğümü, boyu, yaşı kilosu, hepsini söylüyorum. Ne söylesem önündeki kağıda hızlı hızlı yazıyor. Komutanından talimat alan, hafızasına güvenmeyen bir subay gibi… Yazısını okumak mümkün değil, kargacık, burgacık. Nerede buluşmak istediğimi soruyor. Farketmez, bir parkta olabilir. Buluşalım yeter. Şimdi benimle konuşmuyor. Aldığı notlara uzun uzun bakıyor… Onunla buluşabileceğimi söylüyor… Hala çok ciddi. Bana kızıyor mu acaba?.. Belki de çok bayağı buluyor. Çok mu bayağı davranıyorum?.. Yo, bu kadarı da fazla! Elime bir kağıt verdi, buluşacağımız yer ve zaman yazıyor. İyi ama nasıl olur daha onu aramadı bile. Bu adam benimle dalga mı geçiyor?

Buluşma yerine zamanında giderseniz beklediğinizden çok daha genç ve sağlıklı bulacağımız yakınınız ile orada buluşup doyasıya sohbet edebilir, zamanı unutabilirsiniz. Ona kendisini buraya getiren şeyin ne olduğunu sorarsanız, size kibar bir beyefendinin telefon ettiğini ama yerini ve zamanını hatırlayamadığını, yine de bunun pek önemi olmadığını söyleyecektir ve tam olarak açıklayamadığımız bir güç, belkide tüm bu yaşadıklarınızın bir rüya olduğu ve bu tılsımlı rüyanın birden sona erebileceği kaygısı daha fazla sormanızı engelleyecektir.

* * *

İşte yine o ev…Neydi? Evet, Tekrar Buluşma Yeri… Ne kadar oldu? On günü geçti galiba. Doğrusu iyi iş becerdi. Yine girsem mi? Ne diyeceğim bu sefer? Başka yakınımı bulmasını mı?.. Geçen gelişimde para da vermedim. Teklif etmeli miydim acaba? Yoksa ayıp mı olurdu?.. Bu adamda bir ululuk var. İyi ama ne yer, ne içer bu adam, para almıyorsa? ..Bana büyük bir iyilik yaptı. Onu yok yere meşgul etmek istemiyorum. Hiç olmazsa kapıdan selam vereyim. Yaptıkları için teşekkür eder giderim... Belki para konusunu kendi açar.

Kapı yine açık. Evet, kendisi orada. O kim! Hay Allah, alışamadım şu aynaya. Bu ayna beni olduğumdan güzel gösteriyor. Aynanın içinde başka biri yok değil mi? Hayır yok. Görüntü de benimle hareket ediyor, kayıtsız, şartsız... Yine kitapların arasında, sırtı bana dönük, elinde bir kitap var, okuyor... Burada olduğumu farketti, eminim. Kitabı kapattı, yerine koyuyor. Bana doğru geliyor. Elimi sıktı. Hemen masaya davet etti. Yine beyaz bir kağıt çıkardı, dileğimi soruyor… Ben aslında teşekkürlerimi sunmak için gelmiştim. Başını hafifçe sallıyor. Hiç gerek yok anlamında. Yine çok ciddi. Kalemi kağıda dokunmaya hazır beni bekliyor... İnsanlara karşı borçlu olmayı sevmem ben. Onlar bana borçlu olsun daha iyi. Bu adama borcumu nasıl ödeyeceğim? Hâlâ beni bekliyor. Ne desem?

Bu fırsatı iyi değerlendirin ve ondan sizi ölmüş bir yakınız ile buluşturmasını isteyin

Bu sefer çizmeyi aştım galiba. Şimdi beni kapıdışarı edecek… Hiçbir şey söylemiyor. Dolmakalemin kapağını kapattı. Masanın üstüne koyuyor. Şimdi yavaşça gözlüğünü çıkardı. Kılıfına koyuyor, sonra ceketinin üst cebine. Ellerini kavuşturdu ve masanın üzerine koydu. Bana hiç bakmıyor. Masaya bakıyor yada ellerine. Hiç konuşmuyor. Kızdı galiba. Haklı tabii. Adam küçük bir iyilik yaptı, hop tepesine bindik. Ne arsızım. Gelecek ziyarette para falan isterim herhalde. Hay Allah! Ne budalayım ben. Özür dilesem mi acaba?…Yoksa kızmadı mı? Yüzünden bir şey anlaşılmıyor ki. Hep ciddi. Kılı kıpırdamıyor…Başım öne düşüyor. Yüzüne bakamıyorum... Pantolon kumaşının deseni gözüme takılıyor. Nereden hatırlıyorum bu deseni? Evet evet, küçükken annemle kumaş almaya gitmiştik. Ben zıpırlık olsun diye kimse farketmeden, bir kumaşın her yerine sakızımdan parçalar yapıştırmıştım. O kumaşın deseni aynen böyleydi. Sonra anneme söylemiştim marifet gibi. O önce hiçbir şey dememişti. Üç gün sonra manifaturacının kendisini aradığını söyledi. Sakıza bulanmış bir kumaşı çıktığını, benden şüphelendiğini, bu konuda bir şey bilip bilmediğini sormuş. Annem bu konudan zaten haberdar olduğunu, telefon etmese de dükkana gelip kumaşın parasını ödeyeceğini söylemiş ve ödemiş de. Allahım nasıl utanmıştım. Tıpkı şimdi utandığım gibi. Annemin halimi görüp, aslında böyle bir şey olmadığını, bütün bunların ders almam için uydurduğu bir hikaye olduğunu söylemesi bile utanmamı engelleyememişti. Hayatım bir şeyler yapıp, sonra yaptığım şeylerden utanmakla mı geçecek benim?… Evet, kesinlikle bu desendi… A a, adam gitmiş! Hiç ses çıkarmadan. Hey! Aman Allahım! Bu o, karşımda oturuyor!

Tıpkı buraya ilk geldiğinizde buranın sahibi olan adam hakkındaki tüm bilgileri hiç konuşmadan öğrendiğiniz gibi, size en güzel haliyle, sevgiyle gülümseyen yakınınızla tek kelime konuşmadan saatlerce sohbet edebilir, ona dokunabilir, sarılabilir, bahçede gezebilir, hasret giderebilirsiniz.

Neredeyse akşam oluyor. Ne güzel sohbet ettik. Sanki hiç ölmemiş gibi... Tanrım sana şükürler olsun... Yağmur çiseliyor. Artık gitmesi gerekiyormuş. İçeri girelim diyor. Keşke kalabilse, ama gitmek zorunda biliyorum... “Yine görüşeceğiz zaten hep beraber değil miydik?” diyor…Evet tabii, öyle ama…Beni aynı sandalyeye oturttu… Elim ayağım kesildi…Gözyaşlarımı tutamıyorum…Beni böyle görmesini istemezdim…Hiçbir şey söylemiyor. Sadece sağ eliyle yanağımı okşuyor…Tanrım, gözyaşlarım yağmur gibi…Gözümü açmaya çalışıyorum ama hiçbir şey göremiyorum…Şimdi beni öpüyor, yaşlı gözlerimden… Tanrım… Hoşçakal… Hoşçakal…

Evet, kendimi toplarlamalıyım… Evet gitmiş… Yolun açık olsun… O da ne! Ev sahibi masasına oturmuş… Son gördüğüm gibi yine önüne bakıyor… Beni böyle gözüyaşlı görmemeli… Faklat gözlerim kuru, yaş yok… Kendimi bitkin hissediyorum. Yanıma geldi. Bana yardım ediyor. Kapıya kadar geçiriyor. Minnettarlığımı ifade etmek için söz bulamıyorum. Yine hafifçe başını sallıyor. Bana bir şey söylüyor. Net bir ifadesi var. İlk kez sesini duyuyor gibiyim. Kalın etkili bir ses:

“Buraya ancak bir kere daha gelebilirsiniz dostum”


* * *

Bir aydır düşünüyorum, ama başıma gelenlerden bir şey anlamıyorum.. Zihnim çok tembel. Yorum yapamıyorum…Tekrar Buluşma Yerine sadece bir kez daha gidebilirim… Kendime ne öğrendiğimi soruyorum; hiç, koca bir hiç. Peki ya hayat bana ne öğretti? Bunca yıl boşuna mı harcandı? Gelecek yıllar ne getirecek?… Şu eve bir an önce gideyim. Sınıfta kaldığını bildiği halde sınav sonucunu öğrenmek için okula gitmeyen haylaz bir öğrenciden farkım yok. Evet, yola düşmeli.

İşte yine kapının ağzındayım. Hiçbir şey değişmemiş. Açık kapı, tığ işi perde… Evet, ayna. Bu kez şaşırmayacağım. Sanki yine farklı gösteriyor… Biraz yaklaşmalı… Çok yaklaşınca netlik boluluyor gibi… Ayna camında bir şey var galiba. Yaklaşıp cama bakmak gerekiyor, ama her seferinde gözüm aynadaki görüntüme takılıyor. Bakışlarımı cama odaklayamıyorum. Biraz çaba göstermek gerek. Evet sanki ayna üzerinde ikinci bir kat ayna yapıştırılmış gibi. Çok özene yapılmış. İlk bakışta görmek mümkün değil. Bu bir desen galiba. Hayır bir yazı. Okumak için neredeyse burnumu aynaya değdirmem gerekiyor. Bakışım aksime kayıyor. Gözlerimi ayna üzerinde kaydırarak yazıyı okuyabiliyorum… Evet şöyle yazıyor:

“Kendinizle buluşun”

Ne demek oluyor bu? Bu evin bir bilmecesi daha. Ah, işte ev sahibi geliyor. Elimi sıktı, bu kez hafifçe gülümsüyor. Beni tebrik ediyor, ama niye? Artık buraya ve kendisine ihtiyacım yokmuş. Ne demek istiyor? Aynadaki yazıyı mı kastediyor? Ben o yazıyı tesadüfen gördüm. Aslında bu eve girmem bile tesadüf. “Tesadüf diye bir şey yoktur” diyor. Peki şimdi ne yapmam gerekiyor? Bu soruyu en güzel benim cevaplayacağımı söylüyor. Beni bahçe kapısına kadar geçiriyor. Veda ederken söylediği söz aklımdan çıkmıyor


“Sevgiye muhtaç değil sevginin ta kendisi olun”

Bak oğlum Seyit

Bunlar kendime öğütler. Biraz şahsi bulabilirsiniz; sonunu getireceğim diye canınızı sıkmayın. Dediğim gibi bunlar öğütler; ne olduğum (maalesef) değil, okutuğum kitapların izlerini taşıyor ama kopyala & yapıştır değil. Birşeyi oldurmak için önce söylemek lazımmış, işte bu öğütler o noktadan:

  • Gerçek bilgi -içsel bilgi diyelim- informasyonal (kitabi) bilgi değildir. Kitabi bilgi, içsel bilgiyi zenginleştirdiği sürece değerlidir aksi durumda zararlı olabilir. Kitabi bilgi ile zenginleştiğini sanıp körelmekten kaçın
  • Özgürlük insan zihninin tüm önyargılardan, tüm kalıplardan, egodan âzâde olma halidir. Zihninin özgürlüğü, saflığı için çalış
  • Yaşamını idame edeceğin kadar kazandığın sürece iş yaşantısında yükselme hedefi taşıma, bir gün fırsat kapına gelirse o zaman düşünürsün. Gelmezse sağlık olsun.
  • Kendine karşı olan sorumluluğun başkalarına olan sorumluluktan daha az değildir. Kendine saygı duy, kendini sev, iyi ve sağlıklı beslen, sporu unutma.
  • Geçmişte olan bitenle ilgili kimseyi sorumlu tutma ve suçlama; hele kendini asla. Her ne olduysa, her kim ne yaptıysa hepsini affet. Daha önemlisi kendi yaptıkların için kendini de affet.
  • Bu alemi ayakta tutan sevgidir, sevgi enerjisidir, yönelişin bu enerjiye doğru olsun. Onu aramaya, bulmaya tanımlamaya çalıştıkça o senden uzaklaşır. O zaten burada, yeter ki onu kapatan örtüleri kaldır
  • Arada sırada kendine "daha bilmem gereken ne var" diye sor



Manifesto

Bu site de nesi?
Önemli bir şey değil, şahsi bir blog denemesi. Vizyon, misyon, politika ve hedefleri yok

İçeriği ne olacak peki?
Bazı karalamalarım olacak, beğendiğim kitap veya yazılardan bölümler olabilir, fotoğraflar falan olabilir.

Zaten bir alay benzer site yok mu? Yazık değil mi Google' in baytlarına?
Site henüz yapım aşamasında. Bu yüzden özgünlüğü ile ilgili yorum yapmak için biraz erken. Ama bence insan üşenmemeli iki satır karalamalı. Neden mi? Bir kere yazmak insanı düşünmeye sevk ediyor yani izleyici olmaktan çıkarıyor, uçuşan düşünceler filtre ediliyor, kalanlar tescil ediliyor. Herkesin bir blogu olsaydı sizce nasıl olurdu? Ya hiç kimsenin olmasaydı? Bence siz de deneyin. Ay ben bilmem demeyin n'olcak ki?

Senin başka bir maksadın var amma...
Var, bir şeyi öğrenmenin en iyi yolu (hatta yegane yolu) onu kullanmaktır derler, ben de sıvadım paçaları atladım blog alemine